12 Ocak 2012 Perşembe

Türk Tarihinin En Dramatik Savaşı: Ankara Savaşı


Dostlarım bugün sizi tarihi bir yolculuğa çıkaracağım… İsimlere ya da kronolojik bilgilere çok fazla girmeden, elimden geldiğince kısaltarak, sizi sıkmadan hikâye şeklinde anlatmaya çalışacağım. İsteyen dostlarım konunun sonunda vereceğim kaynaklardan detaylı araştırabilirler.
TÜRK TARİHİNDEKİ EN DRAMATİK SAVAŞ: ANKARA SAVAŞI (SON GÖKTÜRK)
1.
Timur, namı diğer Aksak Timur ya da Timurlenk; Türk Tarihinin gelmiş geçmiş en büyük komutanlarından birisi, o ki hayatı boyunca “han” unvanı alamamış ama “karınca” ile karşılaşmasından sonra hiçbir savaşı kaybetmemiş bir komutan. O ki bir dönem dünyanın en güçlüsü olmuş, karşısına güç bulamamış bir komutan…
Peki Timur’un sırrı neydi ya da Timur’u Timurlenk yapan bu karınca hikâyesi neydi?
Çağatay Hanının emrinde çalışan orta dereceli bir komutan olan Timur 1000 kişilik bir kuvvetle dostuna(Fahreddin) yardım etmiş geri dönüyordu. Hem yardım ettiği için mutluluk ve gururu hem de adamlarını kaybettiği için üzüntüyü yaşıyordu. Hiç beklemediği bir anda saldırıya uğradı. Bu saldırıya karşılık verildi ama Timur sağ elinden ve ayağından ok yemişti.
Timur acıyla bir duvarın önüne oturdu. Eli ayağı tutmaz bir durumda hiçbir gücü kalmadığını düşünüyordu. Çok üzgündü ve her şeyin bittiğini biliyordu. 34 yaşında hayatının baharında kurduğu tüm hayaller bir bir uçup gidiyordu. Bunları düşünürken başını çevirdi ve bir karınca gördü. O karıncayı takip etmeye başladı. O an için Timur’un hayatında ve düşüncelerinde o karınca vardı sadece ve bir farkındalık yaşadı.
Neydi bu farkındalık? Karınca dayandığı dik duvara tırmanmaya çalışıyor her defasında düşüyordu ama hiç yılmıyordu. Birçok denemeden sonra karınca o duvarı aşmayı başardı. Timur o an içinden “Bir karınca bunu başardıysa bende başarırım” dedi. Zayıf düştüğü o durumdan hemen kurtuldu. İşte o an Timur’un dünyaya hâkim olduğu ilk andı. İnancın ve hayallerin gerçeğe doğru yöneldiği ilk andı…
Timur bunun üzerine güçlü bir devlet kurmuş kısa zamanda Orta Asya’nın büyük bir bölümünü egemenliği altına almıştı… (Timur’un kısa sürede böylesine güçlü bir imparatorluk kurması başka bir çalışmanın konusudur.)
2.
Timur geliyordu. Büyük bir orduyla Timur Anadolu’ya geliyordu. Birçok kaynak Timur’un gelişini farklı sebeplere bağlasa da bana göre İstanbul için geliyordu. Peygamberin övgüsünü alan komutan olmak için geliyordu. (İstanbul’u fethetme düşüncesi onun Farsça yazdığı hatıratında belirtildiği halde tarih kitaplarımıza bir türlü girmemiştir.) İstanbul’un fethi için gelirken bir Türk Devletiyle savaşacağını aklına hiç getirmemişti ama tarihimizin en büyük dramını yaşayacak ve yaşatacaktı. Timur’un ordularının ayak sesleri duyulurken o zamana kadar birbirleriyle savaşan Osmanlı, Altın Ordu, Memlük ve Kadı Burhanettin bir ittifak yapıyordu.
Anadolu ve Mezopotamya halkları her gün Timur’u konuşuyordu. Herkes dua ediyordu. Herkes korkuyordu. Dualar, yakarışlar gök kubbeye yükselirken bir haber yayıldı. Bir mucize gerçekleşmişti. Timur’un ordusu yönünü değiştirmişti. Toktamış üzerine doğru ilerlemeye başlamıştı dev ordu. Toktamış, Timur’un gözünde o bölgedeki en güçlü komutan, Altın Ordu bölgedeki en güçlü devletti.
Anadolu’da o gün bayram gibi kutlandı. Herkes Toktamış’ın Timur’u durdurabilecek bir komutan olduğunu düşünüyordu. Bir süre sonra Timur ordularının Toktamış’ı bozguna uğrattığı haberi geldi. Kimse inanamadı. Toktamış’ın gücü herkesçe biliyordu ama Timur kimdi? İsmi yeni duyulan bu komutan koskoca Altın Ordu Devletinin Hakimi Toktamış’ı nasıl bozguna uğratırdı ki??? Haber doğruydu. Toktamış’ın ordusu bozguna uğramış, Toktamış ise kaçmıştı…(Bu 5 yıl Büyük Rusya’nın temellerinin atıldığı yıllar olmuştur.)
3.
1395 yılında Osmanlı Sultanı Bayezid, Timurlenk’ten bir elçinin geldiğini haber aldı. Elçi bir mektup getirmişti. Mektupta Timur imzasıyla “Dörtlü ittifakın en güçlü kanadı Altın Ordu’yu yendim, benim karşımda durmayın.” yazıyordu. Bayezid için farklı bir planın vakti gelmişti. Bölgedeki çok başlılık devam ederse bu Timur’un işine yarayacaktı. Bir şekilde tek güç olmalıydı. Timur’un karşısına tek bir güç olarak çıkmalıydı. Bayezid bunun planlarını yaparken Timur’un ordusunun Hindistan’a yöneldiği haberi alındı. Bayezid’ın bu düşüncelerini gerçekleştirmek için zamanı vardı artık. Halk bu haberin sevincini yaşarken Bayezid planlar yapıyordu. Biliyordu ki Timur dönecek…
Bayezid bu planları yaparken bir haçlı seferinin geldiğini haber aldı. Haçlılara karşı 1396’da Niğbolu Zaferini elde edince büyük bir güven gelmişti kendisine.(Bugünkü konumuzdan uzaklaşmamak adına bu büyük zaferi kısa geçiyorum.) Artık Bayezid ismi Toktamış’tan çok daha fazla tanınır olmuştu. Bu sayede çok kısa bir sürede Anadolu’daki siyasi birliği kurdu. Memlük’teki taht kavgalarını da kullanarak ve bölgedeki en önemli güç oldu Bayezid. Bu arada Timur’dan gelen mektuplara aynı şekilde cevap veriyor. Geleceğin varsa göreceğin var diyordu. Bu arada Bayezid’in siyasi birliği kurmasıyla topraklarını kaybeden beyler Timur’a sığınıyor ve Bayezid’a karşı saldırıya teşvik ediyorlardı. Yine Timur’dan kaçanlarda Bayezid’e sığınıyorlardı.
4.
Eylül 1399 da beklenen haber geldi dev bir orduyla Timur geliyordu… Haber kısa sürede bölgedeki halk arasında yayıldı, dualar, yakarışlar başladı. Timur geliyordu…
Timur ile Bayezid arasındaki yaşanan mektup trafiği bugün bile tartışılmaktadır. En çok kabul gören görüş Timur’dan giden mektupların içeriğinin Karaman oğullarına bağlı kişiler tarafından değiştirildiğidir.(Mektuplardaki üslup farkı kanıt olarak gösterilmektedir ve bu da ayrı bir araştırma konusudur.)
Timur bu defa yapılacak ittifakı önlemek için siyasi çalışmalarda yapıyordu. En sonunda başardı. Bayezid tek kalmıştı. Timur’dan kaçarak Bayezid’a sığınan Ahmet Celayir ve Kara Yusuf’ta savaşın bahanesi oluyordu.
Savaş için yapılan teknik hazırlıklara girmeyeceğim. Burada bilinmesi gereken Osmanlı Ordusunun 70 bin civarında, Timur’un ordusunun ise 130 bin civarında olduğuydu. Yine Timur’un ordusunun önünde 32 zırhlı fil bulunuyordu. 1402 yılının Temmuz ayında iki ordu Çubuk Ovası’nda karşılaştı. Bayezid’ın ve Timur’un sabah namazlarının kılınmasını beklediği ve birer konuşma yaptıkları bilinmektedir. Türk Tarihinin en büyük dramı yaşanacaktı birazdan. İki hükümdarda inadından vazgeçmiyordu. Aralarında yapılacak ittifak ile İstanbul 50 sene öncesinden fethedilebilirdi ama kibir izin vermiyordu. İkisi de biliyordu bu savaşın yanlış olduğunu ama ok yerinden fırlamıştı artık, geri dönüşü yoktu…
5.
Savaş başladığında Bayezid iki sürprizle karşılaştı. Savaşın tüm detaylarını düşünen Bayezid bu iki sürpriz karşısında çaresiz kalmıştı. Neydi bu iki sürpriz? Birincisi Osmanlı atları daha önce görmedikleri fillerden ürkmüşlerdi. Bu nedenle süvariler atlarına hükmedemiyorlardı. İkincisi ise Osmanlı ordusundaki Kara Tatarların, aniden Timur tarafına geçip, Rumeli sipahilerinin arkasından ok atmaya başlamalarıydı. Bu da Osmanlının taarruz gücünü kırmıştı. Bu arada Bayezid üçüncü bir şok yaşadı Osmanlı Ordusundaki Karaman, Candar, Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhanlı sipahileri karşı tarafta bayrak açmış olan beylerini görünce, Timur’un tarafına geçtiler. Bayezid’in yanında az bir asker kaldı. Osmanlı ordusunun bir kısmı geri çekildi.
Bayezid, gün batarken üç bin kişi ile Çataltepe'de muharebeye devam ediyordu. Burada süren üç saatlik vuruşmadan sonra, mağlûbiyeti anlayınca etrafındaki askerleri yararak kurtulmak istedi. Bayezid'in atı yaralanınca, oğlu ile beraber, Çağatay hanı Sultan Mahmud Han'ın kumanda ettiği birlik tarafından esir alındı.
Savaş bitmişti. İki tarafta da ağır kayıplar yaşanmıştı. Ortalık kan gölü gibiydi. Bayezid’in yaşadığı üzüntüyü anlatacak kelimeler bulamıyorum.
Bunu iyi bilen Timur, kendisini iyi karşıladı ve tesellide bulundu. Bir Osmanlı padişahına yaraşır şekilde, izzet ve ikramda bulundu. Ancak, esaret zilletini çekemeyen Bayezid, kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefat etti. Timur, ölüm haberini alınca; "Yazık oldu, büyük bir mücahid kaybettik" demekten kendini alamadı.
SONUÇ
Ankara Savaşı, Orta Çağ'ın en büyük meydan muharebesidir. İki yüz binden fazla Türk askeri, birbiri ile savaşmıştır. Anadolu topraklarında iki Müslüman devlet arasında yapılmış olan büyük meydan muharebelerdendir. Ankara Savaşının önemli neticeleri arasında; Anadolu Türk birliğinin parçalanması, Bizans ve İstanbul fethinin elli yıl daha uzaması ve Osmanlı Devleti'nin gelişmesinin en azından yarım asırdan daha fazla gecikmesi sayılabilir.
Timur, Ankara Savaşında kırk bine yakın zayiat vermiştir. Hâlbuki o, bu muharebeye kadar altı binden fazla kayıp vermemişti. Sonuçta İstanbul’u Fatih’ten yarım asır önce kuşatan Beyazıd bu amacına ulaşamamış; Timur’da ağır kayıplar verdiği için kuşatmayı göze alamamıştır. İstanbul’un fethi ne haçlıları bozguna uğratan Beyazıd’a, ne de yüreklerde korku salan devrin en büyük komutanı Timurlenk’e nasip olmamıştır. Bu savaşta Türk Tarihindeki en büyük dramlardan biri olarak yerini almıştır.
Son olarak Timurlenk’in akıllarda yer alan bir anısını paylaşarak bu çalışmayı bitirmek istiyorum:
Timurlenk’in, 1381 yılında Tus şehrine girdiği zaman, Şehname’nin yazarı İran’lı şair Firdevsi’nin mezarını sordu. Mezarın bulunduğu yer kendisine gösterilir. Emir Timur, Firdevsi’nin harap mezarı karşısına geçerek:
-” Ey Firdevsî, kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk'ü şimdi gör!!” diye seslenmiştir.
Bu da Türklük değerlerine ne kadar da önem verdiğinin bir kanıtı olmuştur.

Gök Türk

Kaynaklar:
Türklerin Tarihi, Prof. Dr. Umay Türkeş
http://www.turkcebilgi.com/timur_imparatorlu%C4%9Fu/ansiklopedi
http://www.dallog.net/savaslar/ankara.htm
http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s15/das.pdf

Ya da Taşı "Türk Mitolojisinden bir sayfa"


TÜRK MİTOLOJİSİNE DOĞRU YAPACAĞIMIZ YOLCULUĞA HAZIR MISINIZ?
Ya da Taşı "Türk Mitolojisinden Bir Sayfa"
Çok eski devirlerden kalan yaygın bir inanca göre:
"Türkler 'in atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Samanları'nın ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur." Ve yine bu inanca göre günümüzde hâlâ bu taşın önde gelen Şamanların ellerinde bulunduğu iddia edilmektedir.
Bu anlatılanların sadece bir inançtan ya da söylentiden ibaret olmadığını binlerce yıl öncesine ait eski Çin Tarihi Kayıtları da teyit etmektedir. Eski Türklerin de elinde bu tür bir taşın (YA DA TAŞI) bulunduğuna dair çok sayıda tarihi kayıt vardır. Çin Kaynakları tarafından tutulan bu kayıtlarda, Türklerin bu taş vasıtasıyla istedikleri zaman yağmur veya kar yağdırabildikleri uzun uzun anlatılmaktadır.
Evliya Çelebi Kafkasya yollarında seyahat ederken (1641), bir yerli büyücünün galip efsunlarla bulutları gökte toplayıp sağanak boşandırdığını anlatmıştır.
Yine Şerefeddin Yaltkaya, Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmadan bahseder. Yaltkaya, Kuran-ı Kerim den Nuh Suresi'nin 10-11. ayetlerini yağmur yağdırabileceğine delil olarak göstermektedir. Bu ayet şöyledir: ”Dedim ki: Rabbimizden bağışlanma dileyin; çünkü O bağışlayandır. Gökten üzerimize yağmur gönderir. “
Yakup el-Hamavi’nin eserinde Ahmet es-Samani; Türk Kavmi Naymanlar’ın Cengiz Han’a karşı yapılan savaşta bu taşı kullandıklarını belirtmiştir.
Fuat Köprülü, Mahmut b. Mansur un eserine dayanarak, yağmur taşı için, ”Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır” demektedir.
YA DA TAŞI ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşitli rivayetler vardır. Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler'in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tutuklarını, kimseye öğretmediklerini söylemektedir.
YA DA TAŞI TÜRKLERE NASIL GELMİŞTİR?
Bununla ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Az önce göklerden geldiği yazılmıştı. Şimdi ise Peygamberler tarafından verildiği ile ilgili yazılara bir bakalım:
İlk görüş: Nuh Peygamber YA DA TAŞI’nı oğlu Yafes’e vererek Orta Asya’ya göndermiştir.
"Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes'in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır." Mustafa Kemal Atatürk
İslam yazarlarına göre Hz. Nuh, tufandan sonra oğlu Yafes'i Türk yurduna göndermeden önce ona YA DA TAŞI’nı oğluna vermiştir. Türklerin babası olarak kabul edilen Yafes, bu taşı Türklere vermiş, daha sonra bu taş Oğuz Hana geçmiştir.
İkinci görüş: YA DA TAŞI Kantura’nın çocuklarıyla Türklere gelmiştir.
Hazreti İbrahim'in Kantura isimli üçüncü hanımından da birkaç erkek evladı olmuştur. Bunları Vahdaniyeti tebliğ etmek için Horasan'a göndermek istediğinde çocuklar istememişler ve "Kardeşimiz İshak'ı kendi yanında bırakıyorsun, İsmail'i de kutlu bölge / Mekke'de bıraktın. Bizi neden çok uzaklara gönderiyorsun?" demişlerdir. Hazreti İbrahim de onlara gitmeleri gerektiğini izah ederek; "Kuraklığı çok olan bir beldeye gideceksiniz. Size öğreteceğim şu duayı sıkışınca okursanız inşallah yağmur yağacaktır" diyerek bir dua öğretmiştir. Çocuklar Horasan'a yerleştikten uzun bir süre sonra büyük bir kuraklıkla karşılaşmışlardır. Çaresiz kalan halkı görünce, öğrendikleri dua ve ellerindeki YA DA TAŞI ile birlikte yağmurun yağmasını sağlamışlardır. Bunun üzerine insanlar, bu işin ancak hanların işi olduğunu düşünmüş, bu çocukların ve soyundan gelenleri han olarak kabul etmişlerdir. Öyle ki, kanlarının yere düşmesini bile bir felaket olarak görmüşlerdir. Bu adet daha sonra han sülalesinden idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil yay kirişi ile boğmak usulünün doğmasına neden olmuştur. Göktürk devlet geleneğini takip eden Selçuklu ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.
YA DA TAŞI ve UYGURLARIN GÖÇ DESTANI
Göç Destanının bir bölümüne şöyle bir göz atalım. Ne anlatıyordu Göç Destanı???
“Yulug Tigin isimli bir prens hükümdar oldu. Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeye karar verdi. Çinliler, prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki “Kutlu Dağ” adını taşıyan dağı istediler. Gali Tigin dağı verdi. Çinliler dağı götürmek için dağın etrafında ateş yaktılar, dağ kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan dağı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu dağın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar. Artık kuşlar bile uçarken "Göç Göç" diye ötüyorlardı.”
YA DA TAŞI ise Böğü Tekin efsanesine göre, gökten inen altın ışıktan meydana geldiğini gelmiştir. Bu efsaneye göre, bu altın ışık Kutlu Dağ'ı oluşturmuştur. Kutlu Dağ, yeşim taşından bir kayadır ki, Türkler in elinde bulundukça Türk hakanlığı dünyaya hâkim kalmıştır.
Kutlu Dağ’ın gerçekte bir dağ olmadığını yukarıdaki bilgiye dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki gidişiyle kuraklığın sebebi olan ve insanları göçe zorlayan bu Kutlu Dağ’ın YA DA TAŞI olduğunu söyleyebilir miyiz???
BİRAZ KOMPLO TEORİLERİ EKLEYELİM
YA DA TAŞI’nın dünya dışı bir teknoloji olduğunu düşünerek bağlayalım komplo teorilerine. :) Bu taşın şamanlar aracılığıyla önce Çinlilere sonra Ruslara geçtiği söylenmektedir.
1768-1774 Osmanlı Rus savaşları
Rusların bu taşı, 1768-1774 Osmanlı Rus savaşlarında kullandığı söylenmektedir. Rus ordusunun dörtte birini oluşturan gayrimüslim Kalmuk Türkleri tarafından, Müslüman Osmanlı Türklerine karşı silahın kullanılması sonucu perişan olan Osmanlı Ordusu, pek büyük kayıplar vermiş ve Karadeniz’in kuzeyindeki bütün toprakları terk ederek, Tuna Nehri nin beri yakasına kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Bu savaşta çokça yağmur yağmış ve tarihi kaynaklar Rusların bu yağmur yağdırma tekniğine sahip olduğunu belirtmiştir. Aynı savaşlar esnasında Sadaret’in sunduğu arzlardan birinde ”Prut Nehri dahi Han Tepesi tarafından sahraya taşıp, geçit olan bir iki mahalle Moskovlu kafiri top ve piyadeler vaz etmekte…”ifadesinden, benzer bir tertibin varlığı hissedilmektedir.
HİTLER’İN ORDULARINI YENEN HAVA KOŞULLARI
Hiç bir askeri eğitim almamasına karşın yaptığı savaşların hiçbirini kaybetmeyen, dünyanın en güçlü ordularından kabul edilen Trocky'nin Kızıl Ordusunu defalarca bozguna uğratan, Londra Hava Sahasını 45 günlüğüne eline alan ve Fransa’yı bir günde işgal eden Hitler’in Moskova Seferindeki hava şartlarını düşünemeyecek kadar aptal olması mantıklı mı???
Hitler'in güçlü orduları Moskova'yı kuşattığında Ruslara hava koşulları yardım etmiş ve Hitler için sonun başlangıcı burada başlamıştır…
SONUÇ:
Gerçekte bir taş var mıydı_ Varsa gerçekten bir taş mıydı yoksa bir teknolojik aygıt mıydı? Şu anda bu taş birilerinin elinde olabilir mi? Doğal felaketlerin sebebi yoksa YA DA TAŞI mı?
Bu soruların cevaplarını bilemeyiz belki ama bildiğimiz şey YA DA TAŞI'nın Türk Mitolojisinde çok önemli bir yere sahip olduğudur.
Bu çalışma bir çok kaynaktan derlenmiştir...

Gök Türk

İnternette paylaşım rekorları kıran "Contorium" elementine karşılık yeni bir element yayınlı-YORUM


İnternette paylaşım rekorları kıran "Contorium" elementine karşılık yeni bir element yayınlı-YORUM

İnternette paylaşım rekorları kıran "Contorium" elementine karşılık bende yeni bir element yayınlı-YORUM
İnternet çok ilginç ya, biri bir yalan uyduruyor, birde destekleyecek uygun örnekler buluyor yalanına, video da ekleyince seyreyle cümbüşü... Gizemlerin ve komplo teorilerinin peşinden koşmayı seven beni bile şaşırtıyor bu kadar yaratıcı zeka... Bana ilham verdi tabi bu durum. Bende bir element uydurayım dedim...
Yakında çıkaracağım yeni element için isim aranıyor... Destekleyecek bir sürü belge düzenlerim, dahasını da bulurum. Ama isim konusunda sıkıntı yaşıyorum.(İsim önerecek arkadaşlar "con" gibi bilgisayarın kabul etmediği bir isim seçerlerse çok memnun olurum.) Dünyada sadece Karadenizde bulunan bir element olacak bu diyeceğim ve aşağıdaki sorularla insanları meraka yönlendireceğim:
Sürekli çöken petrol platformlarımız sonucunda neden Brezilya'dan platform getirmemiz istendi?
Aslında Karadenizde ne aranıyor???
Karadeniz'in altında gerçekten balıklar yaşamıyor mu?
Kimler yaşıyor?
Bu kocaman dünyada neden sadece Karadenizde bulunuyor bu element?
ABD neden ısrarla Karadenize girmeye çalışıyor??
gibi soruların sorulduğu bir video da hazırlayacağım. Eh sizde biraz merak edin yakında görüşürüz...

Gök Türk

Hitler yaşıyor olabilir mi? (Agartha - Şamballa - Aldebaran - Ya Da Taşı - Ağrı Dağı ilişkileri)


Öncelikle burada paylaştığım bilgiler netten derlenmiştir ve birçoğu komplo teorilerine dayanmaktadır bunu hatırlatayım.
Dünya tarihinin seyrini değiştiren insanlara bakıldığında (Atatürk, Einstein, Hitler gibi) hemen hemen hepsinin arkalarında sırlar bırakarak aramızdan ayrıldıklarını görürüz.
Atatürk’ün gizemli olayları hakkında birçok kitap yazılıp çizilmiştir. Atatürk’ün hayatını okumuş olanlar, Atatürk’ün hayatında ufak ayrıntılara sıkışıp kalmış gizemlerini hemen görebilirler. Ne ilginçtir ki bu gizemler hep hayatının dönüm noktalarına rastlamıştır(İlerleyen günlerde bu konuya eğileceğim.). Yine Einstein’in yaşamına bakıldığında diğer insanlardan ve diğer bilim adamlarından farklı olduğunu rahatlıkla görülmektedir. Atatürk gibi onunda birçok gizemli olayı mevcuttur. Bunlardan en çok bilineni ölümünden kısa bir süre önce kendisine gelen bir ziyaretçi ile yüksek sesle tartıştığını ve bu ziyaretçi gittikten sonra fenalaşarak sayıklamaya başladığıdır. Bu tartışmada Einstein “Allain” ve ziyaretçi de “Ayneşşeytan” kelimelerini kullanmıştır. Sonraki sayıklamalarda ise “Aloim, Durra, Gabbalah” kelimeleri seçilebilmiştir. Tanıkların ifadeleri doğrultusunda “Gabbalah! Çok acil! Kahrolsun Aloim, Wanen. Biz Mahşer’in yedi suvarisiyiz. İkisi, Max, Freud, Velik, Messing ve ben Ayneşşeytan!” Einsteinin son sözleri olmuştur. (İlerleyen günlerde bu konuya da değineceğim.) Ayrıca Atatürk ile Einstein arasındaki mektup trafiği de kayda değer bir konudur.
Asıl konumuz olan Hitler tartışmasız tarihimizin en büyük kasaplarından ve yine tartışmasız en gizemli insanlarından birisidir. Bugün bile Hitler hakkında birçok tartışma mevcuttur. Hitlerin tarihteki liderlere bakılarak çok farklı bir lider olduğu söylenilebilir. Ancak birçok insanlık suçu işleyen, dengesiz yapısının yanında hiçbir liderde olmayan çok ilginç özelliklere de sahipti. Mesela;
1. Hiç bir askeri eğitim almamasına karşın yaptığı savaşların hiçbirini kaybetmedi. Onu sadece doğal bir güç yenebildi. (O da Moskova'nın Dondurucu Soğuğu) Dünyanın en güçlü ordularından kabul edilen Trocky'nin Kızıl Ordusunu defalarca bozguna uğrattı. Ruslar; Güçlü Hitler karşısında yapılan Leningrad ve Stalingrad Savunmalarını destan olarak görmektedirler.
2. Birinci Dünya Savaşını kaybeden Almanya, aynı savaşı kazanan Süper Güç Fransa'yı sadece bir günde işgal etti. Bu üstün bir güç ister arkadaşlar. Tam bir örnek olmasa da Irak'ın 10 yıl sonra ABD'yi işgal edebilme olasılığını bir düşünün.
3. 1699 Karlofça Antlaşmasından İkinci Dünya Savaşına kadar dünyanın efendisi rolünü üstlenen birde üzerine Birinci Dünya Savaşını kazanan İngiltere hava hâkimiyetini Hitler'e kaptırınca Londra Halkı 45 gün sığınaklardan çıkamadı. Londra'nın her gün bombalanması o dönemler sıradan bir hal almıştı. Çok kısa bir süre sonra da kara askerleri Britanya Adasını baştan sona işgal edecekti. Ama buna ne izin vermedi: Moskova'nın Dondurucu Soğuğu
4. Hitler'in ordusu üzerindeki otoritesini anlatmama gerek yok. Bir askere öl dese, asker çeker kendini vururdu. Böyle bir bağlılık için özel bir güç gerekli değil mi sizce? Bazıları buna Maji dedi. Bilemiyorum.
5. Hitler Avrupa'da korku imparatorluğu kurarken, araştırmaları da ihmal etmiyordu. Ağrı Dağına gönderdiği nükleer araştırmacılar, Antartika'daki araştırmalar, Himalayalardaki araştırmalar devam ediyordu. (Berlin Ruslar tarafından alındığında 10 tane Tibet Rahibi de ölü bulunmuştu.) Yani Hitler sağ eliyle savaşı yönetirken sol eliyle araştırmalarına devam ediyordu.
Peki, Hitlerin bu gücü nereden geliyordu ve nasıl oldu da yenildi. Tabiî ki bu soruya net bir cevap verilemez ama aşağıdaki bilgiler doğrultusunda okuyucuya düşünme fırsatı sağlanabilir diye düşünüyorum.
Hitlerin Ağrı Dağı Takıntısı
Haziran 1937'de, Hitler ve Goering'in de aralarında bulunduğu Nazi ordusunun başta gelenleri, birliklerinden özel olarak seçilmiş kuvvetleri ülke dışına yolladılar. Bu birliklerin görevi, uzay ve uzaylılarla ilgili bilgi toplamaktı. Araştırmalar sırasında Türkiye sınırları içinde Nuh'un Gemisinin bulunduğu farz edilen Ağrı Dağı'nda bazı hikâyeler dinlediler. Bu hikâyelere göre “200 nesil önce, gökyüzünden büyük ve de çok gürültülü bir ev yeryüzünüze indi. Ev olarak adlandırılan uçan nesnenin çıkardığı gürültü, köyde bulunan herkes tarafından duyulmuştu. Daha sonraları köy halkından biri; bu nesneyle karşılaşmış. İçinden çıkan insana benzeyen varlıklar adamı selamlamış. Adama gemiye gelmesini söylemiş. Adam köylülere geminin dışının dokunulmayacak kadar sıcak ve parlak olduğunu, ayrıca içeri girdikten sonrada geminin havalanıp bir kuş gibi uçtuğunu, adamların içeri girdikten sonra taştan yapılmış şapkalarını çıkarıp onunla konuştuğunu anlatmış.”
Anlatılan hikâye Almanya'ya bildirildi. Hitler Türkiye’ye bir araştırma ekibinin gönderilmesini istedi. Bir ay sonra aynı bölgeye iki birlik daha gönderildi. Birinci grupta, Hitlerin ünlü kimyasal ölüm silahlarını üreten bilim adamları vardı. Bu grup, bahsedilen evi bulmak üzere görevlendirilmişti. Bilim adamları, o günün bütün teknolojisini kullanarak bahsedilen evi aramaya başladılar. Sonunda da bu amaçlarına ulaştılar. Bir dağın tepesindeki mağaranın içinde bu gemiyi buldular. UFO, 25 metre genişliğinde ve 8 metre yüksekliğindeydi. Dünyada bulunmayan katı bir maddeden yapılmıştı. Bilim adamları gemiyi çalıştırmayı denediyse de başarılı olamadı.
Atatürk’ün ölümünden sonra ancak Aralık 1938 yılında, bulunan UFO, büyük bir gizlilik içinde Almanya'ya getirildi. UFO araştırması için Almanya'da ki en ünlü bilim adamları Münih’in kuzeyinde kurulan bölgeleye getirildiler. Araştırma laboratuarı, başka kuvvetler tarafından fark edilmemesi için eski tuz madenlerinin bulunduğu bir bölgeye konuşlandırıldı. Fakat bu bölgenin ABD ajanları tarafından fark edilmesi uzun sürmedi. Nazi bilim adamları ise, UFO ve bileşenleri hakkında birçok bilgiye sahip olmuşlardı.
Temmuz 1941'de, ABD, Oz kod adını verdikleri bir ajanını bu laboratuara sokmayı başardı. Oz, buranın resimlerini çekmiş, burası hakkında birçok belge almıştı. Fakat bunların Amerika'ya gönderilmesi sırasında, Almanya'da ki Nazi hazinesini toplayan Rus birlikleri tarafından bu belgelere ve resimlere el konulmuştu. Büyük bir Rus birliği bu topraklara gönderilmiş, ondan sonraki zamanlarda da ne bu kurulan UFO üssünden ve ne de belgelerden hiçbiri bulunamamıştı.
Hitler’in Türkiye Çekincesi

Hitler Bulgaristan ve Yunanistan'ı işgal edip sınırımıza dayandığında İsmet İnönü'yle bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmanın sonucunda Hitler; hiçbir askeri gücü olmayan Türkiye’ye saldırmaktan vazgeçerek Anadolu'dan Rusya'ya bir cephe daha açmak istememiş, Rusya gibi güçlü bir ülke üzerine yönelmiştir.

Hitler’in Atatürk’ten çekindiği birçok tarihçi tarafında kabul edilen bir gerçektir. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra da Hitler’in Türkiye çekincesi devam etmiştir. Yahudilere soykırımı sırasında 20 Bin Türk Yahudisinin trenlerle Türkiye’ye getirtilmesi, Fransa Başbakanının tutuklanması ve araya Türkiye’nin girmesiyle serbest bırakılması aklıma gelen ilk örneklerdir.

Hitler’in neden sınır Komşumuz Yunanistan’ı işgal edip, İran üzerinden Rusya’ya saldırdığı halde Türkiye’ye neden savaş açmadığı konusunu okuyucuya bırakıyorum.

Hitler ve Agartha

Hitler’in de Agarta’ya inandığı ve dünyaya hâkim olabilmek için Thule adında bir tarikat vasıtasıyla pek çok araştırma yaptırdığı ileri sürülmektedir. Bu araştırmalar sonucunda Himalayalardaki Agarta'ya ulaşmayı amaç olarak belirlediği ve Berlin Ruslar tarafından alındığında 10 tane Tibet Rahibinin ölü bulunmasının bu nedenden olduğu söylenmektedir.

Hitler’in Şamballa ve Agartha gibi yeraltı ülkeleriyle ilgisi olduğuna inananda birçok insan vardır. Hatta birçok internet sitesinde Şamballa tarafında dünyaya gönderilen insanlardan birisi olduğu söylenmektedir. Bu uygarlıkla ilgili temaslarını Untersberg Dağından yürüttüğü söylenmektedir. Bu dağla ilgili çok fazla iddia mevcuttur. Agartha konusunda çokça bahsedilen mağaraların burada da olduğu ve insanların zaman zaman kaybolup bir mağara da uyandığı bu bölgedeki rutin hikâyelerdendir. (İlerleyen günlerde Agartha-Şamballa konusuna da eğileceğim.) İsin ilginç tarafı dağın tam tepesinde sadece bir kaç yerleşim yeri vardır. Bunlar sadece 3 ev ve dağın tam ortalarında bir yerde tahmini olarak 200 m genişliğinde, tam ormanın ortasında bir daire olmasıdır. Hitler Untersberg Dağı için “Burada olduğumdan beri dağlar beni bırakmadı ve hayatimin en güzel zamanımı buradaki gölgelerde yamaçlarda geçirdim. Yaptığım en büyük planları da burada yaptım." sözlerini sarfetmiştir.
Araştırmacı yazar Turgut Gürsan Nazilerin; sadece dünyanın üstünde değil, içinde de yaşam olduğuna inandığını belirtmektedir. II. Dünya Savaşı'ndan kaçan ve ortadan kaybolan çok sayıda Alman'ın bir noktadan sonra izlerini kaybeden ABD'lilerin, olayı araştırmak için kutuplara doğru bir keşif gezisi düzenlediklerini iddia etmektedir.

Hitler Yaşıyor mu?

Bu haber bütün dünyada olduğu gibi Türk basınında da yer almıştır. Ancak Hitler'in ölmediğine dair bilgiler sadece gazete haberlerine taşınmakla kalmamıştır. Gizli servislerin sürdürdüğü çalışmalar sonucunda Hitler'in yanında yer alan ve 1945 yılında ortadan kaybolduğu resmi kayıtlarda belirtilen Gestopa Şefi Müller'in 1948 yılında İsveç'te ortaya çıktığında yaptığı açıklamalar da bu açıklamaları doğrulamıştır. Amerikan Karşı İstihbarat Örgütü (CIC) için çalışmalar yapan Şef Müller, anılarında Hitler'in sürekli yanında bulundurulan dublörünün bir iğneyle uyutuluktan sonra kafasına kurşun sıkılarak öldürüldüğünü ve Hitler'in de bir denizaltı ile önce Kuzey Amerika'ya buradan da Nazi Almanlarına ait UFO’yla kutuplara kaçtığını söylemiştir.
Bazı internet siteleri Hitlerin ölmediğini aşağıdaki delillerle savunmaktadır:
— Hitler ve Eva Braun'un cesetleri hiçbir zaman bulunamadı.
— Hitler’in ölüm delili olarak ortaya çıkarılan iki şapka ve birkaç kemik parçası yetersizdi.
— Hitler’in bunkerinde bulunan kan izleri, Hitler'in kan grubuna uymuyordu.
— Hitler’in öldüğüne dair en önemli tanıkları ve arkadaşları hiçbir zaman bulunamamıştı.
— İntihar teşebbüsü çok başarılı bir şekilde sahneye konmuş bir senaryo olduğunu ispatlayan birçok görgü tanığı raporu vardı.
Hatta daha da uçuk bir iddia sunayım: En son iki yıl önce dünya basınında yer alan bir haberde Alman diktatör Adolf Hitler'in intihar etmediği ve Naziler'in Führer'i Adolf Hitler'in yaşadığı ve İran'da bir terör zirvesine katıldığı görüşüne yer veriliyordu. ABD istihbarat kaynaklarına dayanılarak verilen haberde Hitler'in çok özel bir hormon tedavisi sonucu 60–70 yaşlarında gösterdiği belirtiliyordu. İran'daki gizli toplantıya katılan bir Alman'ın, Adolf Hitler olduğunun DNA testi ve bazı dokümanlarla kesinlikle kanıtlandığı ileri sürerek, Hitler'in, Taliban'ın denetimindeki Afganistan'da faaliyet gösteren bir grupla zaman zaman birlikte çalıştığını ileri sürdüğü belirtiliyordu.

Sonuç

Hitler hakkındaki sırların bu zamana kadar çözülememesi de ayrı bir gizemdir. Savaş sonunda yakalanan ya da çeşitli ülkelere kaçarak araştırmalarına devam eden Nazi Doktoru “Ölüm Meleği” Josef Mengele gibi insanların çıkıp bir kitap yazmamasını ve sırlarını sonsuza kadar saklama isteklerini şaşırtıcı buluyorum.
Hitler’in yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda “Moskova'nın Dondurucu Soğuğunu” akıl edemeyecek kadar düşüncesiz olabileceğini düşünüyor musunuz??? Yoksa başka güçler mi engelledi bu yükselişi? Ya da eski zamanlarda Türklerin elinde bulunduğuna inanılan ve sonrasında Rus Şamanlarının eline geçtiği söylenilen hava olaylarını kontrol etme gücüne sahip “Ya Da Taşı” mı etkendi bu mağlubiyette? Bu sorular hiç bitmez, ancak konuyu zaten çok uzattım.
Hitlerin Uzaylı Irk Aldebaranla kurduğu “İttifak Hikâyesi”ni ve “Hafif Uzay Kruvazörü” adlı aracın teknolojik özelliklerini de başka bir gün tartışmak isterim. Merak edenler varsa kaynak sitelerimden bakabilirler.
Son olarak hatırlatmakta fayda var. Bunların çoğu komplo teorilerine dayanmaktadır. Komplo teorilerine inanmayın, komplo teorisizde kalmayın.

Gök Türk

Kaynaklar:

"Hitler Almanyası'nın Gizli Tarihi” Turgut Girsan

http://www.frmtr.com/garip-olaylar/3049693-einsteinin-son-sozleri.html

http://www.lahuti.com/forum/agri-dagindan-almanyaya-goturulen-ufo-28458.html

http://www.lahuti.com/forum/alman-gizli-teknolojisi-ve-uzayli-muttefikleri-27938.html

http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2002/eylul/13/g3.html

İletişimi Kolaylaştıran - Zorlaştıran Etkenler


Dostlarım bugün bir farklılık yaptım ve akademik çalışmalarımdan birini yayınlamak istedim.
Karşınızdakiyle sağlıklı bir iletişim kurmak istiyorsanız iletişimi kolaylaştıran ve zorlaştıran etkenleri okumanızı tavsiye ederim…
İLETİŞİMİ KOLAYLAŞTIRAN ETKENLER
1. Etkin Dinleme
Etkin dinleyici olmak; karşıdakinin duygularını anlayabilmek, tanımlayabilmek, onlara zamanında yanıt verebilmek ve onları kendi sözcükleriyle tekrarlayarak konuşanın onayını almaktır. Etkin dinleme, bir diğeriyle olan ilişkiye karşı sorumluluktaki en önemli boyutlardan biridir. İçinde ötekine karşı saygıyı, onu kabul etmeyi, ona değer vermeyi, empatiyi, algılamayı, algıladıklarını yansıtarak sınamayı, ayrıntıların farkına varmayı, dolayısıyla eşitlikçi, demokratik bir tutumu barındırır.
Etkin dinleme, kişilere düşüncelerinin saygıyla karşılandığı ve kabul edildiği duygusunu vermektedir. Sizi ve karşıdakini daha fazla karşılıklı anlayış ve saygılı bir ilişki içine sokmaktadır. Etkin dinleme karşıdaki kişinin; size olan olumlu duygularını artırmakta, yine sizi kendisine yakın hissetmesini sağlamaktadır.
Etkin dinleme öncelikle karşımızdaki kişinin kendi çabalarıyla sorunundan kurtulmasını ve bunu yaparken de sorumluluğun onda kalmasını hedeflemektedir. Siz, etkin dinlemeyle karşıdakinin kendi çözümünü bulmasına yardım ettiğinizde bir sonraki sorunda kişi size gerek duymadan kendi çözümünü bulabilecektir.
Etkin Dinlemede Yapılması Gerekenler
Etkin dinleme için aşağıdaki uygulamalar önerilmektedir:
-Dinlediğiniz kişiye ya da duruma bakmalısınız.
-Dinlediğinizin ana fikrini kendi düşüncelerinizle ve cümlelerinizle sorgulamalısınız.
-Dinlediğiniz kişi ya da durumlarda önemli olduğu işaret edilen, tekrar edilen, dikkat çekilen konulara daha çok odaklanmalı ve bu işaretleri kendi düşüncelerinizle tekrar sorgulayarak hatırlamanızı sağlamalısınız. Söz edilen ipuçlarına örnek verecek olursak “başlıca, burada dikkat edilmesi gereken, asıl önemli olan, özetle, bununla birlikte“ gibi sözlerle başlayan cümleler sizin ana fikir oluşturmanızda ipuçlarınız olabilir.
-Etkin dinlemede en önemli unsur katılımdır. Dinlerken fiziksel onay ya da sözlü olarak katılım sağlamalı, aynı fikirde olduğunuzda ya da onayladığınızda başınızla ve yüz ifadenizle onay vermeli, anlamadığınızda sorgulamayı yüksek sesle yaparak araştırıcı olmalı, soru sormalı, cevabı dinlemelisiniz.
-Not tutmalısınız. Dinleme yoluyla edindiğiniz bilgiler çabuk silinebileceğinden anladıklarınızı kendi cümlelerinizle not almanız, dinlediğinizden anladığınızı tekrar ederek, daha uzun süre aklınızda kalmasını sağlayacaktır.
-İyi bir dinleyici olmak için not tutmak, not tutmak için de iyi bir dinleyici olmak gereklidir.
Yine konuşmacının sözünün kesilmemesi, konuşmacının duygudaşlık ile dinlenmesi, konuşmacının söylediği şeye, ilgi duyulduğu hissettirilmesi, konuşmacının bahsettiği konunun dışına çıkılmaması dikkat edilmesi gereken hususlardandır.
2. Sessiz Dinleme
Sessiz dinleme karşıdaki kişiye gerçekten kabul edildiği duygusunu yaşatan ve sizinle daha fazla paylaşması için onu yüreklendiren çok güçlü bir sözsüz iletidir. Eğer gerektiğinde sessiz dinleme yapmazsanız, karşıdaki kişi kendisini rahatsız eden şeyleri anlatma fırsatı bulamayacaktır. Karşıdaki kişisinin dudaklarına bakmalı, onu sessizce gerektiğinde başını sallayarak dinlemelisiniz. Bu karşıdaki kişiye değer verildiği mesajını iletecektir. Karşıdaki kişinin size olumlu duygular beslemesini sağlayacaktır.
Bu yöntem karşıdaki kişiyi konuşmaya başladıktan sonra devam etmesi için yüreklendirmekte, ancak ikili iletişim gereksinimlerini karşılamamaktadır. Bu yüzden diğer yöntemlerle desteklenmelidir. Aksi takdirde sessiz dinleme amaçlarına ulaşmayacaktır.
3.Kabul Etme
Kabul etme; düşünce, fikir ya da yorumlarda tümüyle zıt kutuplarda yer alınsa bile, karşıdaki kişinin duygularını anlama ve saygı gösterme çabası olarak nitelendirilmektedir. Burada önemli olan karşıdaki kişiyi; söyledikleri, düşündükleri ve hissettikleriyle birlikte bir birey olarak kabul etmek, onun bireyselliğine, farklılığına ve tekliğine saygı göstermektir. Kabul edilme duygusu karşıdaki kişinin size olumlu duygular beslemesini sağlayacaktır. Bununla karşıdaki kişinin içsel güdülenmesi daha kolay olacaktır.
4.Kapı Aralayıcılar ve Konuşmaya Çağrı
Karşımızdaki insanlar bazen daha çok konuşmak, derine inmek ve başlamak için ek yüreklendirme beklerler. Bu iletilere kapı arayıcılar demekteyiz. Karşımızdakinin bir sorunu olduğunu gösteren bir ipucu alındığında çok yararlıdır. Bu yüzden sorunlarını zor paylaşan kişilere yardımı dokunabilir. Ancak bu çok sık kullanıldığında karşıdaki kişiyi bıktırabilmektedir. Bir başka dikkat edilmesi gereken hususta sorular açık uçlu olmalı herhangi bir değerlendirme içermemelidir. Aksi takdirde amaca ulaşılamayacaktır.
5. Hatayı Kabul Edebilmek
Herkes davranış ya da iletişim hataları yapabilir. Önemli hataların kabul edilmesidir. Hatalarda ısrarcı olunmazsa kişilerle sağlıklı iletişimin önü açılmış olacaktır. Hatasını kabul edebilen ve düzeltebilen biri, karşısındaki insanın gözünde değer kazanmaktadır.
6. Ben Dili
‘Sen’ dili suçlayıcı, ‘ben’ dili açıklayıcı bir dildir. Bu konuda okul iletişiminden örnek verecek olursak öğretmen derste konuşan bir öğrencisine ‘Yeter artık. Sus.’ derse “Sen” dilini kullanmış olacaktır. Bu karşıdaki kişinin sınıf içinde rencide olmasına neden olacaktır. Bunun yerine öğretmen ‘çok rahatsız oldum.’ diyerek duygularını açıklayarak konuşursa ‘ben’ dilini kullanmış olacak ve kimseyi kırmadan iletisini göndermiş olacaktır.
Ben iletileri davranışın sorumluluğunu karşıdaki kişide bırakmaktadır. Ben iletileri iletişimin başarılı olmasına hizmet etmektedir. Yine karşıdaki kişiyi düşünceli davranma konusunda özgür bırakmaktadır. Sen dili ise hırçın olma, kin tutma, kızgınlık gibi birçok olumsuz düşünceyi peşinde getirmektedir.
İLETİŞİMİ ZORLAŞTIRAN ETKENLER
Aşağıdaki iletiler iki yönlü iletişimi engellemekte ya da tümüyle yok etmektedir.
Emir Vermek, Yönlendirmek
Uyarmak, Gözdağı vermek
Ahlak Dersi Vermek
Öğüt vermek, Çözüm ve Öneri getirmek
Öğretmek, Nutuk Çekmek, Mantıklı Düşünceler Önermek
Yargılamak, Eleştirmek, Suçlamak, Aynı Düşüncede Olmamak
Ad Takmak, Alay Etmek
Yorumlamak, Analiz Etmek, Tanı Koymak
Övmek, Aynı Düşüncede Olmak, Olumlu Değerlendirmeler Yapmak
Güven Vermek, Desteklemek, Avutmak, Duygularını Paylaşmak
Soru Sormak, Sınamak, Sorguya Çekmek, Çapraz Sorgulama
Sözünden Dönmek, Oyalamak, Alay Etmek, Şakacı Davranmak, Konuyu Saptırmak
Sonuç: Sağlıklı bir iletişim için doğru kanalın kullanılması gereklidir. İletişimi kolaylaştırmak ya da zorlaştırmak bizim elimizde...

Gök Türk

Kaynaklar:
Alkan, C.-Hacıoğlu, F., Öğretmenlik Uygulamaları, İstanbul, 1997,
Bridge, B., Okulda İletişim, İstanbul, 2003,
Gordon, T., Etkili Öğretmenlik Eğitimi(Çev. E. Aksay), İstanbul, 2007,
http://oges.meb.gov.tr/docs/rehber/etkin_dinleme.pdf (06.07.2008)
Tomul, E., “Sınıfta Öğretmen-Öğrenci İletişimi”, Etkili Sınıf Yönetimi(Der. H.Kıran), Ankara, 2005.

Sözlü-Sözsüz İletişim


Sözlü İletişim
Sözlü iletişim “dil” ve “dil ötesi” olmak üzere iki alt sınıfa ayrılmaktadır. İnsanların karşılıklı konuşmalarını “dille iletişim” denmektedir. Dil-ötesi iletişim ise sesin niteliği ile ilgilidir; sesin hızı, sesin tonu, şiddeti, hangi kelimelerin vurgulandığı, duraklamalar vb. özellikler, dil-ötesi iletişim sayılmaktadır.
Dille iletişimde kişilerin “ne söyledikleri”, dil-ötesi iletişimde ise “nasıl söyledikleri” önemlidir. Araştırmalar, insanların günlük yaşamda birbirlerinin ne söylediklerinden çok nasıl söylediklerine dikkat ettiklerini göstermektedir.
Karşımızdaki insanın söylediklerinin kapsamı, sözlerine yüklenen anlamlar iletişim açısından önemlidir. Dilin hayatımızda çok önemli bir yeri vardır. Dilin doğru kullanımı insanları memnun etmektedir. Kullanılan dilin açık olmaması durumunda ise insanlar ifadelere yanlış anlamlarla yükleyebilmektedirler.
Dil, insanlar arasında bir iletişim, anlaşma ve taşıma aracı olarak başlı başına bir sembolik bir sistem olarak görülebilmektedir. Dille iletişimde kişiler, ürettikleri bilgileri birbirlerine ileterek anlamlandırırlar.
Sözlü iletişimde konuşmaların %40’ı dudaktan okunmaktadır.
Sözsüz İletişim
Sözsüz iletişim, konuşulan dilin dışında, jestler, mimikler ya da diğer dilsel olmayan işaretler aracılığıyla ifade edilen iletim biçimlerini kapsamaktadır. Günlük iletişimin önemli bir kısmı sözsüz iletişime dayanmaktadır.
Beden dilini okuyabilmek ve kullanabilmek çok önemlidir. Araştırmalar iki kişi arasında alınıp verilen mesajların: % 7’sinin kelimelerle, % 38’inin seslerle(alçak-yüksek olmasıyla, ritmiyle, tonlamayla), % 55’inin de vücut hareketleriyle(en çok da yüz ifadeleriyle) algılandığını göstermiştir.
Sözsüz iletişimde her türlü hareketin bir anlamı vardır. Bedenini duruşu, yürüyüş şekilleri, oturma düzeni, jest ve mimikler, kişiler arası mesafe, kişilere yönelim açısı, giyim kuşam karşıya bir mesaj içerir. Beden dili geniş bir konudur ve yıllardır çeşitli araştırmaların konusu olmuştur. Ancak bu tür kapsamlı bir inceleme araştırmamızın sınırlarını aşacağından, araştırmamızda beden dili öğelerinden en önemlileri olan yüz ifadeleri, jestler, dokunma ve giyim kuşama yer verilmiştir.
Yüz İfadeleri
İletişim olsun ya da olmasın insan vücudunda yüz, yüzde de göz en ilgi çeken yerlerdir. Yüz ifadelerini anlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü yüzdeki kaş, göz, göz kapağı, ağız ve dudak ile oluşabilecek çok sayıda ifade vardır. Yine yüz ifadeleri hızla değişebilmektedir. Bu iki özellik yüz ifadelerini anlamayı zorlaştırmaktadır.
Göz ise başlı başına bir mesaj kaynağıdır. Politikacılar, yöneticiler ya da satıcılar karşısındakini etkilemek adına direk gözüne bakarlar. Yine sorunun cevabını bilmeyen bir öğrenci gözünü öğretmeninden kaçırır. Öğretmen sorduğu soruyu kimin bilip kimin bilmediğini kolaylıkla anlayabilir.
Gözbebeğinin büyüklüğü, bakan kişinin baktığı şeye ilgi duyup duymadığını belirtmektedir. Gözbebeği bakılan nesneye duyulan ilgi kadar büyümektedir.
Jestler
Beden dilinde yüz ifadelerinden sonra en çok kullanılan jestlerdir. Jestleri el-kol hareketleri olarak tanımlayabiliriz. Konuşan kişinin elindeki kâğıdı sürekli büküp katlaması, parmaklarıyla sürekli masaya vurması ve gözlerini karşısındakinin bakışlarından kaçırması, kişinin o anda orada bulunmaktan rahatsızlık duyduğunu düşündürmektedir.
Duyma özürlü insanlar jestlerle anlaşmaktadır. Jestler daha çok konuşma ile ilgilidir. Farkında olunmadan yapılan jestlerin yanında, bilerek başvurulan iletişim amaçlı jestlerde vardır. Bunların bazıları sözün yerini tutarak anlam kazanırlarken, bazıları da pekiştirici olarak anlam kazanırlar. Örneğin uzaktaki birini çağırırken elimizi de kullanmak tamamlayıcı bir jesttir. Bir sınavın sonucunu soran öğrenciye, diğer dört parmağını yumruk yaparak, başparmağı kaldırıp içini gösteren başka bir öğrenci, konuşmadan başarılı olduğunu belirtmiştir.
Baş Hareketleri
Özellikle sessiz dinleme de başın önemi büyüktür. Kişi konuşurken dinleyici tarafından başın belirli aralıklarla öne arkaya sallanması kişiye, kendisine değer verildiği mesajını iletir.
Baş duruşunun ve hareketinin ne kadar büyük bir rol oynadığı çok şaşırtıcıdır. Bu konuda ancak son zamanlarda önemli ayrıntılar elde edilmiştir. Frey’in belirttiğine göre başın küçücük hareketi dahi, kişiler arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde etkilemektedir.
Bedensel Temas
Sözsüz iletişim yollarından biri de bedensel temastır. Farklı bedensel temaslar kurularak çeşitli mesajlar verilebilir. Örneğin sevilen birisinin eli avuçla sıkılırken, istenmeyen birisinin eli parmaklarının ucuyla sıkılabilir. Yine büyüklerin elinin öpülmesi bir saygı mesajıdır. Dostluk göstergesi olarak bir başkasının koluna, omzuna dokunulabilir.
XIX’uncu yüzyılın sonlarında ve XX’inci yüzyılın başlarında yetimhanelerde ölen çocukların oranı oldukça yüksek olması nedeniyle yıllar sonra yapılmaya başlanan araştırmalar, bebeklerin gıda yoksunluğundan değil, kucağa alınıp sevilmemekten kaynaklanan, ruhsal kökenli hastalıklardan öldüklerini ortaya çıkarmıştır. Batı ülkelerinde bugün, yetimhanelerde bebeğin günde birçok kez kucağa alınıp sevilmesi, onunla konuşulması yöntemi uygulanmaktadır. Dokunma, gelişme için en temel ihtiyaçlar kadar önemlidir. Dokunmayla kişiye en kısa yoldan “Sen benim için çok değerlisin.” mesajı verilmektedir.
Giyim Kuşam
Giyim kuşam insanların meslekleri, gelir durumları, sosyal mevkileri, politik tutumları gibi fikir vermektedir. Giysiler insanların iç dünyası hakkında da fikir vermektedirler. İnsanların keyfi yerinde değilse dış görünüşe pek önem vermezler. Yaşama sevinci ağır bastığı zamanlarda ise çarpıcı renkler ve giysiler tercih edilir.
İlk izlenim, çoğu zaman yanlış varsayımlara ve ön yargılara dayanmaktadır. İlk izlenimi yaratmak yaklaşık 20 sn. almakta ama kötü bir izlenimi silmek için 20 yıl bile yetmeyebilmektedir. 20 sn. içinde oluşacak önyargıyı sadece giyim kuşam ve görünüş belirlemektedir. Nasıl ki bir insanın görünüşünden hoşlanmadığımız zaman olumsuz bir tavır takınırız.

Gök Türk

Kaynaklar:
Mehrabian, A., Communication without words, Psychology Today. 2, ss.53-58’den aktaran Dökmen, a.g.k., s.27.
2 Şişman, M., Örgütler ve Kültürler, Ankara, 2007, s.97.
3 Açıkalın, A., Toplumsal Kurumsal ve Teknik Yönleriyle Okul Yöneticiliği, Ankara, 1995.’ten aktaran Özdemir, S., Eğitimde Örgütsel Yenileşme, Ankara, 2000, s.106.
4 Dicleli, A.B.-Akkaya, S., Konuşa Konuşa İletişimin Sırları, İstanbul, 2000, s.69.
5 Özkan, Z., Kazandıran Beden Dili, İstanbul, 2007, s.112.
6 Schober, O., Beden Dili-Davranış Anahtarı(Çev. S. Özbent), İstanbul, 2007, s.63.
7 Schober, a.g.k., s.61.
8Cüceloğlu, D., Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 2007, s.46.
9 Özkan, a.g.k., s.29.

İletişimin Sınıflandırılması


İletişimin Sınıflandırılması
1. Kişi içi İletişim
Kişinin kendi içinde gerçekleştirmiş olduğu iletişime kişi içi iletişim denmektedir. İnsanlar kendi içlerinde mesajlar üreterek ve bunları yorumlayarak kişi içi iletişimde bulunurlar.
Bir bireyin düşünmesi, duygularının kişisel ihtiyaçlarının farkına varması rüya görerek kendi içinden mesaj alması ya da kendine sorular sorarak bunlara cevap üretmesi iç iletişimi sayılabilir.(1)
İnsan çevresiyle iletişim kurmadan önce bir iç iletişim gerçekleştirmek zorundadır. Bu kişi içi iletişim bilinçli olabileceği gibi bilinçdışı da olabilmektedir. İç iletişimde kişinin kendisiyle çatışma durumu da oluşabilmektedir. Bilincin onay verdiği bir eyleme bilinçaltının hayır demesi ya da bu sürecin tersi kişi içi çatışmaya neden olabilmektedirler.
2. Kişiler arası iletişim
Genel bir tanımlamayla, kaynağını ve hedefini insanların oluşturduğu iletişimlere “kişilerarası iletişim” denmektedir. Karşılıklı iletişimde bulunan kişiler, bilgi/sembol üreterek, bunları birbirlerine aktararak ve yorumlayarak iletişimi sürdürürler.(2)
Tanımdan da anlaşılacağı gibi kişiler arası iletişimde kaynak ve alıcının insan olması gerekmektedir. Aksi durumlarda kişilerarası iletişimden söz edilemez. Örneğin bir köpekle insanın iletişimi ya da bir insanla bitkinin iletişimi kişilerarası iletişim kabul edilmemektedir. Yine iki insan arasında olan fakat zaman ve mekân birliği bulunmayan iletişimde kişiler arası iletişimin dışında bırakılmıştır.
Tubbs ve Moss, bir iletişimin “kişilerarası iletişim” sayılabilmesi için şu üç ölçütün gerekli olduğunu belirtmişlerdir:(3)
-Kişilerarası iletişime katılanlar, belli bir yakınlık içinde yüz-yüze olmalıdırlar.
-Katılımcılar arasında tek yönlü değil, karşılıklı mesaj alışverişi olmalıdır.
-Söz konusu mesajlar sözlü ve sözsüz nitelikte olmalıdır. Bu iki tür mesaj dışındaki mesajların kullanıldığı iletişimler, örneğin yazışmalar, kişilerarası iletişim sayılmamaktadır.
2.1. Sözlü İletişim
Sözlü iletişim “dil” ve “dil ötesi” olmak üzere iki alt sınıfa ayrılmaktadır. İnsanların karşılıklı konuşmalarını “dille iletişim” denmektedir. Dil-ötesi iletişim ise sesin niteliği ile ilgilidir; sesin hızı, sesin tonu, şiddeti, hangi kelimelerin vurgulandığı, duraklamalar vb. özellikler, dil-ötesi iletişim sayılmaktadır.
Dille iletişimde kişilerin “ne söyledikleri”, dil-ötesi iletişimde ise “nasıl söyledikleri” önemlidir. Araştırmalar, insanların günlük yaşamda birbirlerinin ne söylediklerinden çok nasıl söylediklerine dikkat ettiklerini göstermektedir.(4)
Karşımızdaki insanın söylediklerinin kapsamı, sözlerine yüklenen anlamlar iletişim açısından önemlidir. Dilin hayatımızda çok önemli bir yeri vardır. Dilin doğru kullanımı insanları memnun etmektedir. Kullanılan dilin açık olmaması durumunda ise insanlar ifadelere yanlış anlamlarla yükleyebilmektedirler.
Dil, insanlar arasında bir iletişim, anlaşma ve taşıma aracı olarak başlı başına bir sembolik bir sistem olarak görülebilmektedir.(5) Dille iletişimde kişiler, ürettikleri bilgileri birbirlerine ileterek anlamlandırırlar.
Dilin önemi kadar dil ötesi öğelerinde önemi büyüktür. Kişi dil-ötesi iletişime önem vermelidir. Konuşma ya da okuma da noktalama işaretlerine dikkat etmeli, gerekli yerlerde hızlanıp yavaşlamalı, vurgulara dikkat etmeli, sesinin şiddetini iyi ayarlamalı, duraklamalara dikkat etmelidir. Aksi takdirde sözlü iletişim başarısız olacaktır.
Sözlü iletişimde konuşmaların %40’ı dudaktan okunmaktadır.(6)
2.2. Sözsüz İletişim
Sözsüz iletişim, konuşulan dilin dışında, jestler, mimiklerya da diğer dilsel olmayan işaretler aracılığıyla ifade edilen iletim biçimlerini kapsamaktadır. Günlük iletişimin önemli bir kısmı sözsüz iletişime dayanmaktadır.
Beden dilini okuyabilmek ve kullanabilmek çok önemlidir. Araştırmalar iki kişi arasında alınıp verilen mesajların: (7)
- Yüzde 7’sinin kelimelerle,
- Yüzde 38’inin seslerle(alçak-yüksek olmasıyla, ritmiyle, tonlamayla),
- Yüzde 55’inin de vücut hareketleriyle(en çok da yüz ifadeleriyle) algılandığını göstermiştir.
Sözsüz iletişimde her türlü hareketin bir anlamı vardır. Bedenini duruşu, yürüyüş şekilleri, oturma düzeni, jest ve mimikler, kişiler arası mesafe, kişilere yönelim açısı, giyim kuşam karşıya bir mesaj içerir. Beden dili geniş bir konudur ve yıllardır çeşitli araştırmaların konusu olmuştur. Ancak bu tür kapsamlı bir inceleme araştırmamızın sınırlarını aşacağından, araştırmamızda beden dili öğelerinden en önemlileri olan yüz ifadeleri, jestler, dokunma ve giyim kuşama yer verilmiştir.
2.2.1. Yüz İfadeleri
İletişim olsun ya da olmasın insan vücudunda yüz, yüzde de göz en ilgi çeken yerlerdir. Yüz ifadelerini anlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü yüzdeki kaş, göz, göz kapağı, ağız ve dudak ile oluşabilecek çok sayıda ifade vardır. Yine yüz ifadeleri hızla değişebilmektedir. Bu iki özellik yüz ifadelerini anlamayı zorlaştırmaktadır.
Göz ise başlı başına bir mesaj kaynağıdır. Politikacılar, yöneticiler ya da satıcılar karşısındakini etkilemek adına direk gözüne bakarlar. Yine sorunun cevabını bilmeyen bir öğrenci gözünü öğretmeninden kaçırır. Öğretmen sorduğu soruyu kimin bilip kimin bilmediğini kolaylıkla anlayabilir.
Gözbebeğinin büyüklüğü, bakan kişinin baktığı şeye ilgi duyup duymadığını belirtmektedir. Gözbebeği bakılan nesneye duyulan ilgi kadar büyümektedir.(8)
2.2.2. Jestler
Beden dilinde yüz ifadelerinden sonra en çok kullanılan jestlerdir. Jestleri el-kol hareketleri olarak tanımlayabiliriz. Sınıfta konuşan öğrencinin elindeki kâğıdı sürekli büküp katlaması, parmaklarıyla sürekli masaya vurması ve gözlerini öğretmenin bakışlarından kaçırması, öğrencinin o anda orada bulunmaktan rahatsızlık duyduğunu düşündürmektedir. Sınıf içi iletişimde öğretmen jestleri takibini doğru yapmalıdır. Sürekli kalemiyle oynayan, defterini, kitabını sıkan, parmaklarını sürekli hareket ettiren öğrencinin derse ilgisinin olmadığını anlayabilir.
Duyma özürlü insanlar jestlerle anlaşmaktadır. Jestler daha çok konuşma ile ilgilidir. Farkında olunmadan yapılan jestlerin yanında, bilerek başvurulan iletişim amaçlı jestlerde vardır. Bunların bazıları sözün yerini tutarak anlam kazanırlarken, bazıları da pekiştirici olarak anlam kazanırlar.(9) Örneğin uzaktaki birini çağırırken elimizi de kullanmak tamamlayıcı bir jesttir. Bir sınavın sonucunu soran öğrenciye, diğer dört parmağını yumruk yaparak, başparmağı kaldırıp içini gösteren başka bir öğrenci, konuşmadan başarılı olduğunu belirtmiştir.
2.2.3. Baş Hareketleri
Baş duruşunun ve hareketinin ne kadar büyük bir rol oynadığı çok şaşırtıcıdır. Bu konuda ancak son zamanlarda önemli ayrıntılar elde edilmiştir. Frey’in belirttiğine göre başın küçücük hareketi dahi, kişiler arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde etkilemektedir.(10)
2.2.4. Bedensel Temas
Sözsüz iletişim yollarından biri de bedensel temastır. Farklı bedensel temaslar kurularak çeşitli mesajlar verilebilir. Örneğin sevilen birisinin eli avuçla sıkılırken, istenmeyen birisinin eli parmaklarının ucuyla sıkılabilir. Yine büyüklerin elinin öpülmesi bir saygı mesajıdır. Dostluk göstergesi olarak bir başkasının koluna, omzuna dokunulabilir.
XIX’uncu yüzyılın sonlarında ve XX’inci yüzyılın başlarında yetimhanelerde ölen çocukların oranı oldukça yüksek olması nedeniyle yıllar sonra yapılmaya başlanan araştırmalar, bebeklerin gıda yoksunluğundan değil, kucağa alınıp sevilmemekten kaynaklanan, ruhsal kökenli hastalıklardan öldüklerini ortaya çıkarmıştır. Batı ülkelerinde bugün, yetimhanelerde bebeğin günde birçok kez kucağa alınıp sevilmesi, onunla konuşulması yöntemi uygulanmaktadır.(11)
Dokunma, gelişme için en temel ihtiyaçlar kadar önemlidir. Dokunmayla kişiye en kısa yoldan “Sen benim için çok değerlisin.” mesajı verilmektedir.
2.2.5. Giyim Kuşam
Giyim kuşam insanların meslekleri, gelir durumları, sosyal mevkileri, politik tutumları gibi fikir vermektedir. Giysiler insanların iç dünyası hakkında da fikir vermektedirler. İnsanların keyfi yerinde değilse dış görünüşe pek önem vermezler. Yaşama sevinci ağır bastığı zamanlarda ise çarpıcı renkler ve giysiler tercih edilir.
İlk izlenim, çoğu zaman yanlış varsayımlara ve ön yargılara dayanmaktadır. İlk izlenimi yaratmak yaklaşık 20 sn. almakta ama kötü bir izlenimi silmek için 20 yıl bile yetmeyebilmektedir.(12) 20 sn. içinde oluşacak önyargıyı sadece giyim kuşam ve görünüş belirlemektedir.
Gök Türk

1 Altıntaş, E.-Çamur, D., Beden Dili-Sözsüz İletişim, İstanbul, 2005, s.50.
2 Dökmen, a.g.k., s.23.
3 Dökmen, a.g.k., s.24.
4 Mehrabian, A., Communication without words, Psychology Today. 2, ss.53-58’den aktaran Dökmen, a.g.k., s.27.
5 Şişman, M., Örgütler ve Kültürler, Ankara, 2007, s.97.
6 Açıkalın, A., Toplumsal Kurumsal ve Teknik Yönleriyle Okul Yöneticiliği, Ankara, 1995.’ten aktaran Özdemir, S., Eğitimde Örgütsel Yenileşme, Ankara, 2000, s.106.
7 Dicleli, A.B.-Akkaya, S., Konuşa Konuşa İletişimin Sırları, İstanbul, 2000, s.69.
8 Özkan, Z., Kazandıran Beden Dili, İstanbul, 2007, s.112.
9 Schober, O., Beden Dili-Davranış Anahtarı(Çev. S. Özbent), İstanbul, 2007, s.63.
10 Schober, a.g.k., s.61.
1[1] Cüceloğlu, D., Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 2007, s.46.
[1]2 Özkan, a.g.k., s.29.

İletişim üzerine

Dünyamız adına 21. yüzyılda iletişim ve bilişim adına son derece önemli gelişmeler yaşanmıştır. Peki bu kadar önemli olan iletişimi ayrı bir bilim dalı olarak görebilir miyiz? Bu konu bilim dünyasında zaman zaman tartışma konusu olmuştur.
İlk iletişim araştırmalarının Amerika’da toplumbilimciler tarafından yapılması, iletişim ve kitle iletişiminin toplumbiliminin bir araştırma konusu olduğu yolunda uzlaşım yaratmış; diğer taraftan psikolog ve sosyal psikologların kişiler arası iletişim alanında tutum, ikna ve propaganda üzerine yaptıkları araştırmalar da iletişimi psikoloji ve sosyal psikoloji alanına sokmuştur.(1)
İletişim hem toplumbiliminin bir parçası hem de psikoloji ve sosyal psikolojinin bir parçası olarak görülebilir. Psikolojinin çalışma alanları olan beyin-davranış ilişkisi kişi içi iletişimle, çevre-davranış ilişkisi de kişiler arası iletişimle ilgilidir. Toplumbilimin çalışma alanları olan toplumun oluşum, işleyiş ve gelişiminde ise iletişim önemli rol oynamaktadır. İletişimin alanı sadece bu bilim dallarıyla sınırlı değildir.
İktisatçılar, siyasal bilimciler ve toplumbilimciler, örneğin, iletişimi kurumsal bir sistem olarak ele almakta ve onun ekonomik ve siyasal yaşamla ilişkilerini incelemektedirler. Psikologlar, kitle iletişim araçlarının insanların düşünce yapıları ve kimlikleri üzerindeki etkisini incelemektedirler. Tarih, edebiyat eleştirmenleri ve kültür antropologları ise kitle iletişim araçlarının kültürel sistem ve günlük yaşamdaki etkilerini incelemektedirler.(2)
Ayrı bir bilim dalı olsun ya da olmasın, iletişim, hayatın her alanında karşımıza çıkmakta, her türlü bilim dalının içerisinde kendisine önemli bir yer bulmaktadır.
1. İletişimin Tanımı ve Kapsamı
İletişim tanımlarına genel olarak bakıldığında kaynak ve alıcı arasındaki bilgi alışverişi, bilgi aktarma ve iletiye ortak bir anlam kazandırma sürecinin iletişimi kısaca tanımladığını görmekteyiz.İletişim ile ilgili yapılan bir çok tanım bulunmaktadır. İletişimle ilgili yapılan tanımlardan birkaçına değinmek uygun olacaktır:
İletişim sözcüğü, Latince kökenli communication sözcüğünün karşılığıdır. Birbirlerine ortamlarındaki nesneler, olaylar, olgularla ilgili değişmeleri haber veren, bunlara ilişkin bilgilerini birbirine aktaran, aynı olgular, nesneler, sorunlar karşısında benzer yaşam deneyimlerinden kaynaklanan, benzer duygular taşıyıp bunları birbirine ifade eden insanların oluşturduğu topluluk ya da toplum yaşamı içinde gerçekleştirilen tutum, yargı, düşünce, duygu bildirişimlerine iletişim denmektedir.(3)
Taymaz’a göre iletişim, Toplumsal birimler arasında bir bilgi, anlam, duygu ve düşünce alışverişidir.3 Tanımdan da anlaşıldığı gibi toplumun birimleri arasındaki her türlü alışveriş iletişimle sağlanabilmektedir. İki birim arasında kurulamayan ya da yanlış işleyen bir iletişim süreci bilgi, anlam, duygu ve düşünce alışverişinin akışına engel olmaktadır.
Fiske’ye göre iletişim ise yüz yüze konuşmadır, televizyondur, enformasyon yaymadır, saç biçimimizdir, edebi eleştiridir.(4) Dökmen’e göre ise, bilgi üretme ve anlamlandırma süreci şeklinde tanımlanmıştır.(5)
2. İletişimin Önemi
İletişim, toplum hayatında da kişi hayatında da çok önemli bir yere sahiptir. Çevremizde de kolayca iletişim kurabilen insanlar genellikle başarılı olabilmekte, kolayca iş bulabilmekte, işinde yükselebilmektedirler. Çeşitli araştırmalarla iletişimin önemi ortaya konulmuştur.
Amerikan Purdue Üniversitesinde iletişimin önemiyle ilgili bir araştırma yapılmıştır. Araştırmacılar beş yıl boyunca izledikleri, mühendislik diploması almış öğrencileri; birinci grupta eğitimleri boyunca en yüksek notları almış öğrenciler, ikinci grupta eğitimleri boyunca en düşük notları almış öğrenciler, üçüncü grupta insan ilişkileri konusunda en başarılı oldukları düşünülen öğrenciler, olmak üzere üç kategoriye ayırmışlardır. Bu üç kategoriden hangisinin iş yaşamında daha fazla para kazandığını merak eden araştırmacılar şu sonuçlarla karşılaşmışlardır: (6)
-Birinci ve ikinci grup kategorileri karşılaştırıldığında, yıllık gelirlerinde pek bir fark olmadığı görülmüştür;
-Birinci ve üçüncü grup kategorileri karşılaştırıldığında, üçüncü grup kategorisinin yıllık gelirinin, birinci grup kategorisine göre ortalama %15 fazla olduğu görülmüştür;
-İkinci ve üçüncü kategorileri karşılaştırıldığında, üçüncü grup kategorisinin yıllık gelirinin ikinci grup kategorisine göre ortalama %35 fazla olduğu görülmüştür..
Yukarıdaki araştırmadan da anlaşılacağı gibi insan ilişkilerinde başarılı olanlar hayatta da başarılı olmaktadırlar. İletişim becerilerine sahip insanlar başarıyı diğer insanlara nazaran daha kolay elde edebilmektedirler.
3. İletişimin Fonksiyonları
3.1. İletişimin Bireysel Açıdan Fonksiyonları
İletişim bireysel açıdan; gereksinimleri karşılamak, çıkarları korumak, amaçlara ulaşmak için bir araç olarak kullanılabilmektedir. Anlık bir gereksinimi ya da uzun sürede ulaşılabilecek bir amacın gerçekleşmesini de sağlayabilmektedir. Değişiklik yaratmak için, koşulların değiştirilmesi için iletişim bir araç olabilmektedir. İletişim kurarken kişi kendi inançlarını, duygularını da daha iyi çözümleyebilmektedir.(7)
Başarılı bir kişi içi iletişimle kişi kendini daha çok tanıyabilmektedir. İletişim, kişinin kendisiyle ve çevresiyle sağlıklı iletişim kurması başarılı olmasına da yardımcı olabilmektedir.
3.2. İletişimin Toplumsal Açıdan Fonksiyonları
Toplumsal açıdan iletişim çok önemli bir yer tutmaktadır. Bugün kitle iletişim araçlarının toplumun bilgilendirilmesinde ve yönlendirilmesinde ne derece etkili olduğunu görmekteyiz.
Laswell’e göre iletişim süreci toplumsal açıdan üç işlev görmektedir:7
-Çevreyi denetleyerek toplumun da değerlerini denetlemek.
-Toplumun bireyleri arasında etkileşimi sağlamak.
-Toplumsal geleneklerin sürdürülmesine yardımcı olmak.
4. İletişim Süreci
4.1. Kaynak
Kaynak, verici olarak ta adlandırılmaktadır. Kaynak, genel anlamıyla iletişim sürecini başlatan kişidir. Burada kaynağın amacı, iletişim sonunda öğrencilerde bir davranış değişikliğinin olmasıdır.
4.2. Mesaj
Mesajı, kaynağın alıcısıyla paylaşmak istediği semboller olarak tanımlayabiliriz. Bu semboller düşünce, duygu ve davranışları temsil etmektedir. Mesaj alıcının kodlayabilmesine imkan tanıyacak biçimde düzenlenmelidir. Aksi taktirde verilmek istenen mesaj alıcıya doğru bir şekilde ulaşmayacaktır. Kaynak, iletmek istediği fikir ve düşünceyi öncelikle eylem, jest, mimik, ses, söz, çizim, ışık, resim, heykel, yazı, formül gibi sembollerden yararlanılarak ileti haline getirmek zorundadır.(8)
4.3. Kanal
İletişim sürecinde, kaynağın amaçları doğrultusunda alıcıya gönderdiği iletileri taşıyan araç-gereç, yöntem ve tekniklerdir. Eren’e göre kaynak; İnsanların beş duyu organı beyne giden haberleşme kanallarıdır. Bunlardan görme ve işitme diğerlerinin üstünde bir yere sahiptir. Dokunma, tatma ve koklama da haberleşme kanalı olarak hizmet görebilmektedir. Ayrıca, iki kişinin konuşmasını bağlayan bir telefon sistemi, ses dalgalarını ileten hava da gönderici ve alıcı arasında bir kanal olabilmektedir.(9)
4.4. Alıcı
Kaynağın gönderdiği mesajlara hedef olan kişi ya da kişilerdir. İletişim sürecinde istenen tepkiyi vermesi beklenenler, süreçte “alıcı” rolünü üstlenirler. Başarılı bir iletişim, alıcı tarafından mesajın alınarak, kodun çözülmesi ve ona bir anlam verilmesiyle oluşmaktadır.(10) Burada alıcının önemi açıkça görülmektedir. Çünkü alıcı kodu okuyamadığında mesaj hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
4.5. Geri Bildirim(Geri Besleme)
Kaynak, alıcısına gönderdiği mesajların alınıp alınmadığını, alındıysa anlaşılıp anlaşılmadığını ya da ne derece anlaşıldığını alıcıdan kendisine gelen geri bildirim adı verilen tepkilerden anlayacaktır.(11)
SONUÇ
Günümüz dünyası iletişim ve bilişim dünyası olarak adlandırılmaktadır. İletişim, hayatımızın her alanında ortaya çıkmaktadır. İnsanlık iletişim çağını yaşarken iletişimin gücü ve iletişim becerilerinin önemi daha da artmış, hemen hemen her sektörde hak ettiği ilgiyi görmeye başlamıştır. Sağlıklı bir iletişim sergileyenler başarıyı daha kolay yakalayabilmektedirler.
Gök Türk

1 Tekinalp, Ş.-Uzun, R., İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul, 2006, s.5.
2 Tekinalp-Uzun, a.g.k., s.25.
3Taymaz, H., Okul Yönetimi, Ankara, 2003, s.42.
4 Fiske, J., İletişim Çalışmalarına Giriş(Çev. S. İrvan), Ankara, 2003, s.15.
5 Dökmen, Ü., İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul, 2006. s.19.
6 Guilane-Nachez, E., İletişim mi? Kolay!(Çev. G.E. Abdelhanifi), İstanbul, 2003, s.8.
7 http://www.pdrciyiz.biz/archive/index.php?t-1773.html(17.08.2008)
8 http://www.pdrciyiz.biz/archive/index.php?t-1773.html(17.08.2008)
9Köktaş, Ş.K., Sınıf Yönetimi, Adana, 2003, s.56.
10 Eren, Yönetim ve Organizasyon, İstanbul, 2003, s.455.
11 Ergin, A., Öğretim Teknolojisi ve İletişim, Ankara, 1995, s.202.

Atatürk’ün Rauf Orbay’a verdiği “padişahlık ve halifelik” sözü


Konuya geçmeden önce tarihsel bakış açısı kazanabilmek için o anki durumu özetlemek itiyorum. Kurtuluş Savaşı meydanlarda kazanılmış ama diplomaside henüz kazanılmamıştı. Mudanya Antlaşması 11 Ekim 1922’de imzalanmıştı. Lozan için hazırlıklar yapılıyordu. Böyle bir dönemde hem padişah hem de halife yerlerinde duruyordu. Ülkedeki iki başlılık Lozan’da mutlak suretle karşımıza çıkacaktı. Tüm yurtta bu konular ilk gündem maddesiydi.

Böyle bir ortamda Rauf Orbay bir gün Mustafa Kemal’in odasına gelir ve paşayla çok önemli bir konu hakkında görüşmek istediğini söyler ve Mustafa Kemal’i Refet Bele’nin Keçiören’deki evine davet eder. Paşa kabul eder bu teklifi. Yine bu davete Ali Fuat Cebesoy’da katılır.

Bu dörtlü Refet Paşa’nın evinde toplanır ve başlarlar sohbete. Rauf Bey o dönem Mustafa Kemal’e muhalefet edenlerin tek adresidir. Bir müddet sonra Rauf Bey, Mustafa Kemal’e Cumhuriyet, padişahlık ve halifelik hakkındaki görüşlerini sorar. Bunu sorarken de meclisin derin bir kaygı taşıdığını da söyler. Mustafa Kemal’den padişahlığın ve halifeliğin kalkmayacağına ve cumhuriyetin gelmeyeceği dair güvence ister.

Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine Rauf Orbay’a sen ne düşünüyorsun? diye sorar. Rauf Orbay ise “Ben padişahlık ve halifelik onuruna gönül ve duyguyla bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri arasındaki yerini almıştır. Benimde kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Padişahlık ve halifelik onurunu ortadan kaldırmak, onun yerine başka bir düzen koymak yıkım ve çöküntüye yol açar.” der.

Mustafa Kemal sorusunu bu defa da Refet Bele’ye yöneltir. Refet Bele’de “Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşlerine katılıyorum Gerçekten, padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim söz konusu olamaz.” der.

Mustafa Kemal sonra Ali Fuat Cebesoy’a döner ve ona da sorar aynı soruyu. Ali Fuat Cebesoy ise “Moskova’dan yeni geldim. Durumu değerlendirmedim. Şimdi görüş belirtmeyeceğim” diyerek cevaplamaktan kaçınır.

Aldığı bu cevaplardan sonra Mustafa Kemal arkadaşlarına “Söz konusu sorun bugünün sorunu değildir. Meclisteki bazılarının kaygıya kapılmasına gerek yoktur.” der. Rauf Orbay’da bir rahatlama göze çarpar. Tüm gece bu konu konuşulur ve sabaha karşı Rauf Bey, Mustafa Kemal’den az önce söylediklerini kürsüden Meclis’e de söylemesini ister. Mustafa kemal “hay, hay o da olur” der. :)

Bununla da yetinmeyen Rauf Orbay muhalefet milletvekillerine zaferini göstermek amacıyla Mustafa Kemal’den padişahlık ve halifeliğin teminat altına alındığı bir yazı ister. Mustafa Kemal ona da “hay hay” der. Bir kâğıt parçasına kurşun kalemle bunları yazar. Bu kâğıt parçası Rauf Orbay için bir zafer sayılmıştır. Artık muhalefetin rakipsiz lideri olmuştur.

Bundan sonrasını Atatürk’ten dinleyelim:
“Baylar, belki birtakım kişilere göre Rauf Bey üzerine aldığı görevi yapmıştı. Ben de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini, açıkladığım gibi yapmıştım. Ama genel görevimin gerektirdiği temel işi yapma ve uygulama zamanı gelince de hiç duraksamadım. Tevfik Paşa'nın telyazıları dolayısıyla padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, hemen Rauf Bey'i Meclisteki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta, kendisinden şunu istedim: "Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!" Rauf Bey'le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da, bu yolda konuşmasını rica ettim.
Baylar, (Meclisin) o günlerle ilgili tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey kürsüden bir iki kez konuştu ve dahası, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.

 Burada bir nokta, kafalarda düğümlenip kalabilir. Bana, Padişaha bağlı kalmayı borç bildiğini, padişahlık katının yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmanın yıkıma yol açacağını ve büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten (sonra); özellikle kararımı desteklemesi ve padişahlığın kaldırılması için Mecliste bir konuşma yapması yolundaki isteğim karşısında hiçbir şey söylemeksizin uysallık göstermiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey, eski inançlarını değiştirmiş miydi? Yoksa bu inançlarında aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde tam bir kanı ile yargıda bulunmak güçtür. “

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal’in en büyük özelliklerinden birisi yerine ve zamanına uygun hareket etmesiydi. Mustafa Kemal’in yolu belliydi ve gereksiz tartışmalarla kaybedecek zamanı yoktu.

Atatürk’ün Şişli’deki evi ve Milli Mücadele'nin temelleri


Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in önünde selam durdu ve “ben ve kolordum emrindeyiz paşam” dedi.

İnsan merak ediyor nasıl olur böyle bir şey? Neden milli mücadele Mustafa Kemal’in çevresinde şekillendi? Neden Anadolu’da bulunan Osmanlı Ordularının tamamına yakını Mustafa Kemal’e bağlıklılarını bildirdi? Bugünkü çalışmamız da bunun sebeplerini ortaya koymak olsun. :) Akademik bir çalışma olmadığı için kaynaklarımı kalabalık olmasın diye paylaşmayacağım. İsteyen olursa gönderebilirim.
 
Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışından 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiği süreye kadar Kurtuluş Savaşı’nın çok iş yapmıştır. Bu süre zarfında gittiği her yerde ilgi ve sevgiyle karşılanmış bununla birlikte birçok zorlukla da mücadele etmiştir. İstanbul Hükümeti tarafından sürekli rahatsız edilmiş, en sonunda da askerlikten istifa etmek durumunda bırakılmıştır. Bu haliyle Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir hiçbir askeri vazifesi olmayan Mustafa Kemal’in karşısında selam durmuş, paşam emrindeyiz demiştir.

Atatürk’ün Şişli’deki Evi ve Milli Mücadele’nin Temelleri

Her şey Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’nda adını duyurmasıyla başladı. Daha önceden de tanınıyordu ama bu kadar ünlü değildi. Sonraki yıllarda İttihat ve Terakki liderleriyle ters düştüğü için sürekli uzak görevlere gönderildi. Bu görevlerde de hep başarılı oldu. Enver Paşa’nın en güçlü olduğu dönemlerde herkes Enver Paşayla arasını iyi tutmaya çalışırken Mustafa Kemal sürekli zıt kutuplarda yer aldı. Enver Paşayla yaşadığı zıtlaşma herkes tarafından biliniyordu. Savaşın son zamanlarında Prens Vahdettin’e Almanya ziyaretinde eşlik etti. Burada Alman mevzilerini gezen Mustafa Kemal Prens Vahdettin’e savaşın kaybedileceğini o yıllarda söylemişti. Velhasıl savaş kaybedildi. Vahdettin padişah oldu. Hükümet değişti. Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Resmi tarihimiz Kurtuluş Savaşımızın başlangıcını 19 Mayıs 1919 olarak kabul etse de asıl başlangıç tarihi 13 Kasım 1918’dir. Yani Mustafa Kemal’in Samsun’a değil İstanbul’a çıktığı tarih.

Anadolu’ya geçişin tüm planları bu dönemde yapıldı. Kurtuluş Savaşı’nın kadrosu olan Rauf Orbay, Ali fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Refet Bele ve İsmet İnönü, İstanbul’da şekillendi. Nerede mi Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde.

Şöyle bir bakalım bu kadroya
Fevzi Çakmak: O dönemde Osmanlı Genelkurmay Başkanı
İsmet İnönü: O dönemde Osmanlı Savunma Bakanlığı Müsteşarı
Ali Fuat Cebesoy: 20. Kolordu Komutanı yine Adana’Da bulunan ve komutanlığını MUSTAFA Kemal’in yaptığı ordunun vekâleten komutanı. Ali Fuat Paşa’nın babasının da güçlü bir çevreye sahip olduğunu söylemeliyim. (Ali Fuat Paşa o dönem rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’da)
Rauf Orbay: Deniz albayı olan Ruf Orbay o dönemde ülkede çok tanınanlardan biri. Hamidiye Kahramanı da deniyor kendisine. Bir dönem Donanma Bakanlığı’da yapıyor bu süre içerisinde.

Atamalarda etkili olanlar bu kadro ve bu kadronun yönetimdeki dostlarıdır. Bu kadro Kazım Karabekir’in 15. Kolorduya atanmasını sağlamış, Mutafa Kemal’in müfettişlik görevinde de geniş yetkiler alması için tüm siyasi gücünü kullanmıştır.

Peki, süreci hızlandıracak olursak neler oluyor 19 Mayıs 1919’a kadar

Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde iki yönlü çalışmanın planları yapılıyor. Anadolu’da ki orduların yönetimlerini ele geçirmek ve İstanbul’da ki siyasi çalışmalar. Öncelik siyasi çalışmalara öncelik verilmiş ama B Planı olarak orduların hazırlanması düşünülüyor.

Planlar yapılırken Anadolu üzerine yapılıyor fakat İstanbul’da daha kolay çözümler aranıyor. Mustafa Kemal, Harbiye Bakanı olarak hükümete girmeye çalışıyor. Bir savaş en son çare olarak görülüyor. Yine İstanbul’da kurulacak milli bir hükümet için çok çaba sarf ediliyor. Mümkün olmayınca Anadolu’ya geçilme kararı alınıyor.

Öncelikle Ali Fuat Paşa 20. Kolordu Komutanlığına gönderiliyor. Sonra Kazım Karabekir Paşa 15. Kolordu Komutanlığına gönderiliyor. Diğer ordu komutanları ile de koordinasyon görevi veriliyor bu paşalara.

Yukarıda belirtilen Kurtuluş Savaşımızın temel kadrosu teker teker Anadolu’ya geçip saflarını tutmaya başlıyor. Atatürk’te İzmit üzerinden(Yahya Kaptan vasıtasıyla) Anadolu’ya geçip Ali Fuat Paşanın kolordusuna katılma planı yapıyor. Bu planlar yapılırken Mustafa Kemal’e gelen Müfettişlik Görevi Anadolu’ya çok daha kolay ve yetkiyle geçmesini sağlıyor.

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da ayak bastığında zaten Kurtuluş Savaşının temeli hazırlanmış oluyor. 19 Mayıs tarihi bu çalışmaların pratiğe dökülüşünün başladığı tarihtir.

Bu açıklamalardan sonra en baştaki cümleyi tekrar yazayım ve çok uzatmadan konuyu bitireyim :)

Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in önünde selam durdu ve “ben ve kolordum emrindeyiz paşam” dedi.

Atatürk ve Saraylı Bir Prenses(Mevhibe Celalettin)


Osmanlı sarayından bir prenses ile Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu dostluk, arkadaşlık, ya da adı her neyse bugün pek bilinmeyen bir konudur. Bahsettiğim kişi güzelliğiyle dillere destan olmuş, İstanbul’un genç subaylarının göz bebeği haline gelmiş, o devirde birçok talibi bulunan Padişah Vahidettin’in kızı Sabiha Sultan değildir. Sabiha Sultan konusu bugün bile tartışılmaktadır. Bahsettiğim kişi Padişah II. Abdülhamit’in kardeşi Cemile Sultan’ın torunu Prenses Mevhibe Celalettin’dir. Öyle ki Atatürk Samsun’a gitmeden yaveri Cevat Abbas’ı Mevhibe Celalettin’e göndermiş ve Samsun’a beraber gitmeyi teklif etmiştir. Prenses kabul etmeyince Genç Mustafa Kemal Mevhibe Celalettin’in Şişli’deki evine kendi gitmiş ve teklifini yinelemiştir. Prenses teklifi yine kabul etmeyince Atatürk Samsun’a Prenses ile gidememiştir.. Eğer prenses Mustafa Kemal'le Samsun'a gitseydi neler olurdu? Bu konuyu hayal gücünüze bırakıyorum.
Peki nasıl gelişmişti bu dostluk?
Prenses ile Mustafa Kemal bir davette karşılaşmışlardı. Kısa zamanda sohbeti ilerletmişlerdi Sabaha karşı davetten ayrılma vakti gelince Mustafa Kemal prensesi evine kadar bırakmayı teklif etti. Mustafa Kemal prensese eşlik ederken Rauf Orbay ve Fethi Okyar’da Mustafa Kemal’e eşlik ediyordu. Hep birlikte prensesi evine bırakıyorlardı. Kapıya gelince Prenses içeri davet etti. Rauf Bey’le, Fethi Bey ayrılacaklarını söylediler. Mustafa kemal, Cevat Abbas ve az önceki davetin sahibi karı-koca içeri girdiler. Sabaha kadar sohbet ettiler ve ayrıldılar.
Sonraları sık sık görüşmeye başladılar. Bazen prenses paşanın Şişli’deki evine geliyor, bazen de paşa prensesin evine gidiyordu. Hatta paşa prensese bazı gizli görevler veriyordu. Bazı davetlere katılmasını ve bilgi getirmesini istiyordu. Yine Mustafa Kemal hastalanıp yataklara düştüğünde prenses on yedi gün boyunca paşaya bakan üç kişi arasında yer alıyordu. Bu dostluk böyle ilerliyordu.
Peki, ne mi oldu? Bilinen tarih prensesin teklifi reddetmesinden sonra Mustafa Kemal’le bir daha karşılaşmadıklarını söylemektedir. Yine o bilinen tarih Osmanlı Saray Halkı yurt dışına sürgüne gönderildiğinde Prenses’in gönderilmediğini söylemektedir.
Peki, Atatürk’ü bu kadar etkileyen Mevhibe Celalettin kimdir? Onu da siz bulun

Kaynaklar:
Alev Coşkun(Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay),
Aytekin Gezici(Atatürk Bu Kadınları Çok Sevdi),
Sara Ertuğrul Korle(Geçmiş Zaman Olur ki… Prenses Mevhibe Celalettin’in Anıları),
Nurten Arslan(Küçük Anılarda Büyük Sırlar)

Vahdettin ile Mustafa Kemal’in son görüşmesi ve tartışmalar

Mustafa Kemal ile Vahdettin'in son görüşmesinin çizimi 

Vahdettin ile Mustafa Kemal’in son görüşmesi ve tartışmalar
Güneşli ve sıcak bir mayıs günü Mustafa Kemal ağır adımlarla Vahdettin’inin yanına doğru girer. Vahdettin, Mustafa Kemal’i görünce hemen buyur eder. Mustafa Kemal boğaza doğru baktığında birbirine paralel dizilmiş, topları Yıldız Sarayı’na doğru çevrili düşman zırhlılarını görür. Oturduklarında dizleri birbirine değecek kadar yakındır. Vahdettin’in dirseğini dayadığı masanın üzerinde bir kitap durmaktadır.
Vahdettin Mustafa Kemal’e bakarak der ki:
- Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa! Devleti kurtarabilirsin.
Peki Vahdettin bu cümleleri niçin kurmuştur??? Gerçekten “Devleti kurtarabilirsin.” derken Kurtuluş Savaşını mı kastetmiştir? Bu sorular hakkındaki tartışmalar bugün bile devam etmektedir. Bu diyalog üzerine onlarca kurgu kitabı yazılmıştır. İşin kurgu tarafı bir yana Vahdettin’in Mustafa kemal’i görevlendirdiğine ilişkin birçok bilimsel görüşte bulunmaktadır.
Şimdi bu konuşmaya bağlı kalarak yorum yaparsak yanlış olur diye düşünüyorum. Bu yüzden Vahdettin ile Mustafa Kemal ilişkisine bir bakalım. Ne zaman başladı, nasıl sürdü? Bunu bilirsek fikir yürütebiliriz.
1.
Birinci Dünya Savaşının son zamanlarında Almanya İmparatoru padişahımızı davet eder. Padişahımızın bu yolculuğa gidebilecek durumu olmadığı için Veliaht Vahdettin’i göndermeye karar verir. Yanına Mustafa Kemal eşlik edecektir.
Veliaht Vahdettin ile Mustafa Kemal Almanya’ya giderler. Küçük bir kasabada imparatorla buluşurlar. İmparator ve adamları savaşı çok farklı bir pencereden izlemektedirler. Onlara göre her şey tozpembedir. Açıklamalarını da bu şekilde yaparlar fakat Mustafa Kemal durumu bilmektedir. Almanya Seyahatini kabul etmesinin amacı da Alman ordusunu yakından görmek ve geleceğin padişahı Vahdettin’i aydınlatmaktır. Mustafa Kemal ile Alman Komutan arasındaki konuşmalar tatsız geçmiştir ve Vahdettin’de Mustafa Kemal’e hak vermiştir.
Sonra beraber Batı Cephesine giderler. Mustafa Kemal komutanların sözüne itibar etmez ve ateş hattına kadar gider. Savaşın durumunu kendi gözleriyle görür. Savaşın kaybedileceğini bilen Mustafa Kemal bunu gözleriyle de görmüştür artık ve Vahdettin’e durumu anlatır.
Mustafa Kemal bu konuşmalarda geleceğe yön verme çabalarına başlamıştır. Vahdettin’e “İstanbul’a dönünce siz 5. Ordu Komutanlığını isteyin, bende kurmay başkanınız olurum” der. Vahdettin bakarız ama çok zor diyerek umutlandırıcı bir cevap vermez.
2.
Vahdettin artık padişahtır ve Mustafa Kemal İstanbul’dadır. Mustafa Kemal bir görüşme talep eder Padişah Vahdettin’den ve talebi kabul edilir. Almanya seyahatinde çok iyi dost olan bu ikili sarayda tekrar buluşur. Odada baş başa kalınca Vahdettin tahta oturmadan önceki gibi davranır ve açık açık konuşmaya başlarlar. Mustafa Kemal hemen isteklerini sıralar: “Hemen başkomutanlığı üstünüze alınız. Bir kurmay başkanı seçiniz.” Vahdettin yine umutlandırıcı bir cevap vermez. Sonra iki kere daha görüşürler ve Mustafa Kemal isteklerinde diretir. Vahdettin bu konulara sanki çok yabancıymış gibi İstanbul Halkının aç olduğunu ve ilk amacın halkın doyurulması olduğunu söyler. Mustafa Kemal şaşırır bu cevaba ama kendini tutamaz ve ülkeyi kurtarmanın İstanbul’u doyurmadan daha önemli olduğunu, bir padişahın gücü eline alması gerektiğini söyler. Bunlar karşısında Vahdettin’in cevabı daha da ilginçtir. Vahdettin her defasında tiksindiğini söylediği Enver Paşa ve Talat Paşa ile görüştüğünü onların bu mevzuyu çözeceğine inandığını söyler. Mustafa Kemal için Vahdettin işte o an bitmiştir… Zaten bu görüşmeden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Suriye’ye tayin edilmiştir. Tayin haberini aldıktan sonra Enver Paşanın yanına giden Mustafa Kemal içindekileri söylemiş, buna Enver Paşa gülerek karşılık vermiştir.
3.
Birinci Dünya Savaşı bitmiş ve Osmanlı savaşı kaybetmiştir. Mustafa Kemal’in tüm dedikleri bir bir gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Kasım 1918’de İstanbul’a dönmüş ve 6 aylık bir siyasi ve askeri çalışma yapmıştır. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları Kurtuluş Savaşını bu 6 ayda planlamışlardır. Askeri olarak planlar yapılırken siyasi olarak ta çalışmalar devam etmiştir. Bu süreçte Mustafa Kemal ile Vahdettin altı kez görüşmüşlerdir.
İlk görüşme 15 Kasım 1918 de ikinci görüşme 22 Kasım 1918 de olmuştur. Mustafa Kemal arkadaşlarıyla düşündüğü hükümet modelini bu görüşmelerde açıklamaya yeltenmiş ama Vahdettin ise bu konuya ilgi göstermemiş bunun yerine Mustafa Kemal’den ordu adına güvence almak istemiştir. O dönemde ordunun padişahı tahtından indireceği söylentiler yüzündendir bu güvence.
Üçüncü görüşme 29 Kasım 1918’de, dördüncü görüşme 20 Aralık 1918’de gerçekleşmiştir. Bu görüşmelerde Mustafa Kemal Harbiye Bakanlığı istemiştir. Vahdettin yine geçiştirmiştir. Bu tarihten sonra Padişahtan umut kesilmiş ve Anadolu çalışmalarına ağırlık verilmiştir. Mustafa Kemal 5 ay boyunca padişahla görüşmemiştir. Sonra 15 Mayıs 1919 da beşinci kez görüşmüş ve 16 Mayıs 1919’da son kez görüşmüştür. Yukarıdaki diyalog bu son görüşmede yaşanmıştır. Yani savaşın tüm hazırlıkları Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından planlanmış, Anadolu’nun köşeleri tutulmuş, tüm hazırlıklar yapılmış bir zamanda yapılmıştır bu son görüşme.
Sonuç
Dostlarım yukarıdaki anlatılanlar ışığında son görüşmede Vahdettin’in ne demek istediğini sizin yorumlarınıza bırakıyorum. Ancak yorumlarken o döneme gitmenizi ve kendinizi Mustafa Kemal’in yerine koymanızı istiyorum. Yani tarihsel bakış açısıyla bu konuya bakmanızı rica ediyorum. Kolaylık olsun diye yukarıdaki görüşmeden sonra Mustafa Kemal’in düşündüklerini kendi sözlerinden yayımlıyor ve konuyu bitiriyorum…
Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: "Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz."
Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul'a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin' in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
-"Merak buyurmayın efendimiz, dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarımzı bir an unutmayacağım." "Muvaffak ol!" hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. "Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası" dedi. Kapağının üzerine Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti: "Peki, teşekkür ederim" dedim.
"Sonra, sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık."
Kaynaklar:
Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk
Çankaya, Falih Rıfkı Atay
Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, Alev Coşkun

Ruhsal Eş


Bu yazıda, ruhsal eşinizi bulabilmeniz için neleri bilmeniz ve yapmanız gerektiğini okuyacaksınız. Özellikle yeni çağ inançlarında, her ne kadar kökeni antik reenkarnasyon inancına dayanıyorsa da “ikiz ruhlar” ya da “ruhsal eş” kavramı büyük ilgi görmektedir. Nedir bu inanç? Acaba gerçek olabilir mi? Peki siz hayatınızı değiştirecek özel ilişkiyi mi bekliyorsunuz?
İnsanlara hayattan ne istediklerini sorduğunuzda, sayısız cevap alabilirsiniz. Çoğu insan daha çok para, iyi bir iş, yaratıcılık, iyi bir ev ve buna benzer şeyler ister veya değişime ihtiyaç duyar. Fakat tüm zamanlarda var olan bir gereksinim daha var. Bunun adı “gerçek aşk”.
Gerçek aşkın tarifi yok. İçgüdüsel bir olay olduğunu söyleyenler var; daha da önemlisi herhangi bir yerde, herhangi bir insan, kısaca ruhsal eşiniz sizinle karşılaşmayı bekliyor. Bu düşüncenin nereden çıktığı kesin değilse de dinsel inançlar kadar yaygın ve umut doludur. Ruhsal eş inancına çok farklı kültür ve toplumlarda rastlarız. Aslında eski inançlardan yalnızca bir tanesidir. İnancın kökeninin belirsizliği nedeniyle, ruhsal bir eşin tam olarak nasıl olacağını belirtmek kolay değil. İnancın temelinde kişiyi bekleyen birinin var olduğuna inanılır ve o kişinin en uygun, mükemmel ve duygusal eş olduğu düşünülür. Anlatılan birçok olayda insanların ismini bilmedikleri, hiç karşılaşmadıkları birini özlediklerini hissettikleri de belirtilmiştir. Ama inancın doğruluğunu kanıtlamak için doğru insanı bulmak gerekir ve bu bekleyiş yıllarca hatta ömür boyu sürebilir.
Bazı insanlar, erken yaşlarda ruhsal eşlerini hayal ederler ve hislerini hiçbir zaman açıklamazlar. Bazen bir rüya veya hayali bir görüntü, ruhsal bir eşiniz olduğu kanısını güçlendirir. Çoğumuz çok iyi anlaştığınız birini buluncaya kadar ruhsal eş inancımızı garip bir şekilde saklarız. Eğer İlişki başarıyla (ama mükemmel değil) gelişiyorsa, mutluluk için gereken fedakârlığın aşk için çaba göstermek olduğunu düşünmeye başlarsınız. Belki doğru olabilir ama ilişki sona erdiğinde, mucizevî bir şekilde ruh eş inancına yeniden sarılırsınız. Bu genelde suçluluk duygusuyla pekişir daha uygunu gerçek eşinizin o kişi olmadığını içten içe bilme duygusudur. Çok derinlerde bir yerde, o ana kadar birlikte olduğunuz kişilerin gerçekten ruhsal eşiniz olmadığını bilirsiniz. İlişki bittiğinde, olay kanıtlanmıştır. Siz, hep yalnızdınız.
Eğer ruhsal eşiniz varsa, onunla karşılaşıp mutlu olmanız doğal gibi görünür. Asıl zor olan, ruhsal eşinizin kim olduğunu anlamak ve bulmaktır. Güçlü duygular, delice bir sevdadan başka bir şey olmayabilir, iki kişinin anlaşması ve ilgi alanlarını paylaşması her zaman yeterli değildir. Gerçek ruhsal eşler sadece özdeş ruhlar değil, birbirini seven ve birbirinden çok şey öğrenmek isteyenlerdir. “The Bridge Across Forever” adlı romanında, ruhsal eşleri anlatan yazar Richard Bach, iyi bir ilişkinin ancak zamanla gelişeceğini söylüyor. Burada büyük bir dürüstlük ve yalnızlığın yanı sıra sadece uzlaştığınız insanla birlikte olmayı tercih etmek de gereklidir. Birçok kişinin dediği gibi; anlık çözümlerle, ilişkilerimizdeki sorunlarımızı gideremeyiz. İlişkinin başlangıcında dikkatli ve dürüst olmak en önemli faktördür. Eğer bizim için özel bir kişi varsa, onu terk etmek ya da ümit verip özensiz ve dikkatsiz kolay bir evliliği tercih etmek en büyük ruhanî suçtur yani ikisi de aynı düzeydedir.
Ruhsal eşlerini arayan kişiler için reenkarnasyon önemli bir konudur. Ruhsal eş, bir önceki yaşamda sevgili veya yakın arkadaş olabilir. Amaç, geçmiş yüzyılları ve oralardaki sorunları araştırmak ve önceki yaşamdaki aşkları bulmaktır. Oysa, reenkarnasyon inancı herkes için geçerli değildir, çok ince bir çizgide dolaşıp durur. Hatta son yıllarda bir kenara itilmiştir. Çünkü ruhlarımız zaman içinde ama birbirinden ayrı olarak, eş zamanda dolaşırlar ve farklı hayatlar yaşarlar. Böylece eğer bir ruhsal eşimiz varsa ona Antik Yunan’da, 2007 ‘de ya da Mars’ta rastlayabiliriz. Tüm bu olaylar aynı zamanda gerçekleşir böylece gelişme ve ilerleme birikimi sağlanır. Anlaşılması kolay olmamasına rağmen buluşmak, âşık olmak ve bir yabancı olarak yeniden doğmaktan daha öte bir anlam ifade etmez. Birçok araştırmacıya göre ise; çok yaşamlılık fikri, ruhsal eş konusuyla ilgisizdir. Onlara göre bir kez yaşarız ve yaşamamızın amacı ruhsal eşimize olan sevgimizi tek bir yaşamda gösterebilmeliyiz. Bu daha üstün bir düşünce olarak da benimsenebilir. Çünkü yaşamlar arası dolaşım ataletinden kurtulmanın yanı sıra tek bir sevgi hakkının olduğunu ve bunu tek bir yaşamda elde etmenin olağanüstülüğü söz konusudur.
Reenkarnasyon yaklaşımı, ruhsal eşiyle karşılaşan bir insanın hissettiği daha önceden tanıma duygusundan geliyor. Yani daha önceki yaşamlarınızda birlikteydiniz! Belki de bu duygu, gerçek bir bellek yanılgısı olayından daha çok bir sanrı olabilir. Bu his ya karşı konulmaz derecede yoğundur veya önemsiz duygusal bir yoğunluk olarak geçip gider ama hep vardır. Karşılaştığınız kişinin gerçekten ruhsal eşiniz olup olmadığını anlamak için bu duygu iyi bir testtir. Önceleri hemen aşk hissetmeyebilirsiniz. Çünkü ruhsal eş, daha önceki yaşamınızda sadece arkadaşınız, hatta düşmanınız bile olabilir. Belki yıllarca bu kişiyle sadece bir arkadaş olarak kalırsınız. Ama yine de ilk buluşmada bu kişiyi daha önceden tanıdığınız hissine kapılırsınız. Kısacası duygu vardır ama nedenleri çoktur. Hangisinin gerçek olduğunu bilmiyoruz. Sonuçta önemli olan hissettiğinizdir fakat yanılabileceğinizi de unutmamalısınız.
Eğer ruhsal eşinizi bulmak istiyorsanız size yardımcı olabilecek bazı kesin teknikler var. Bazıları, ruhsal eşinizde olmasını istediğiniz özellikleri gözünüzde canlandırmanız gerektiğini söylüyorlar. Kimileri ruhsal eşi aramak için daldan dala konmak yerine yalnız başına beklemenin daha iyi olacağını söylüyorlar. Her iki durumda, duygularınız hakkında dürüst olmayı öğrenmeniz gereklidir. Yanlış olan; ruhsal eşi aramak için çabalamanın, yapabileceğiniz en kötü şey olduğudur. Ne kadar çok hayal eder ve ararsanız o insanı gerçekliğinizden o derece uzaklaştırırsınız. Uzaklaşma neden bu derece belirsizdir bilinmez ama önemli olan doğru zamandır. Çoğu zaman insanlar ruhsal eşlerini aramaktan vazgeçip, yalnız olduklarına inandıklarında doğru insan karşılarında beliriverir. Buradaki mizah, doğru insanı bulduğunuzda ilk anda ilişkinin diğerlerinden daha zor olacağını düşünmenizdir. Belki en iyi çözüm, kendi başınıza kalmayı kabullenip, ilişkileri zorlamamak ve gerçek aşktan vazgeçmemektir.
İnsanlara aşk gözetmeden, arkadaş olarak yaklaşırsanız, doğru kişi karşınıza aniden çıkıverir. Neredeyse tüm ruhsal eş araştırmacıları, doğru zaman geldiğinde, ruhsal eşinizin beklenmedik bir anda hayatınıza gireceğini söylüyorlar. 14 yaşında ruh eşine rastlamak, hayatınızı iyi yönde etkileyebilir. Çünkü daha öğrenecek çok şeyiniz vardır. Ancak tam anlamıyla gelişmiş bir insan olduğunuzda ruhsal eşinizi daha mutlu edebilirsiniz. Yine de çok geç yaşta buluşan ruhsal eşlere de pek rastlanmaz. Ama sonuçta bir yaş sınırı da yoktur. Bazen çok genç yaşlarda birbirini bulanlar olur, bazen de ileri yaşlarda. Ruhsal eşlerin arasında 10–20 yaş fark olduğuna inanılmaktadır. Kaç yaşında olursanız olun; ruhsal eşinizi sizi kurtaracak ve mutlu edecek biri olarak görmek büyük bir hatadır. Onu sizin mutluluk meleği olarak görmek sizi sevgilinizin omzundaki kuşa çevirir, en iyisi ters bir yaklaşımdır. Olabileceğiniz kadar iyi biri olmaya çalışın. İşte bu sizi iyi bir ruhsal eş haline getirir. Ruhsal eşiniz ise, sizden mükemmel olmanızı beklememelidir. Ama eğer kötü niyetli, tembel ve sıkıcı bir tavrınız varsa, ruhsal eşinizin içinizdeki güzelliği fark etme olasılığı oldukça azalacaktır. Her anınızı ruhsal eşinizle mutlu geçirmek zorunda değilsiniz. Birçok farklı fikre ve ilgiye sahip olabilirsiniz. Hatta bazen de çok fazla tartışabilirsiniz. Aradaki fark, yaşanamayacak bir aşkı doğurur ama aşk, ilişkinin yürüyeceği anlamına da gelmeyecektir.
Ruhsal eşler karşılaştıklarında, düşünülen tek bir şey vardır: “Şimdi denemeyi bırakabilirim.” İşte bu düşünce ilişkiyi zedeler. Ayrıca aradaki psişik bağın ilişkiyi her koşulda, ebediyen götüreceğini düşünmek yanlıştır. İnsanlar, dürüstlükle ve açık bir iletişimle birbirlerine yaklaştıklarında psişik bağın varlığı daha olasıdır. Bazen karşıdakinin ne düşündüğünü bilmek sıradan bir rastlantı olabilir. Bazen de gerçekten ruhsal bir bağdır. Bu çok ilginç ve duygusal iletişim yolu iyi bir yöntem veya iddia olsa dahi, ruhsal eşin varlığı için yeterli bir kanıt olarak gösterilemez. Bu dünyada yaşadığımız hiçbir şeyin garantisi olmadığını sık sık hatırlamalıyız.
Sadece ruhsal eşlerin varlığıyla, mutlu bir yaşamı garanti edemeyiz. Yalnız yaşayan ya da mutsuz evlilikler yapan çok insan tanıyoruz. Yaşamını ilişkiden ilişkiye koşarak, gerçek aşkı hiç bulamadan geçirmiş birçok insan var. Ruhsal eş bulma olayları o kadar da sık rastlanan olaylar değildir. Eğer iyimserseniz, ruhsal eşin varlığına ama onu asla bulamayacağınıza dürüstlükle inanırsınız ve eğer bu inancınızdan içtenlikle eminseniz, sadece anlaşabildiğiniz sıradan kişilerle birlikte olmaktansa, yalnız olarak yaşamak sizin için bir sorun olmaz.
Ruhsal Eşinizi ararken yol gösterecek öneriler:
1.Sonuçta ruhsal eşinizi bulmanın zorluğu sizi yıldırmasın ve sadece mantıklı olduğu için iyi anlaştığınızı düşündüğünüz kimselerle birlikte olmayın. Tatmin olamayabilirsiniz.
2.İlk tanıdığınız kişilerde daha önce tanışmışlık hissi ya da dejavu duygusu hissedip hissetmediğinizi ölçün. Bu daha önceki yaşamınızda birlikte olup olmadığınız konusunda iyi bir ipucudur.
3. Ruhsal eşinizde olmasını istediğiniz özellikleri göz önünde canlandırın, hayal edin.
4. Ruh eşinizi aramak için didinmeyi bırakın. Ne denli çok ararsanız, o sizden o kadar uzaklaşır. Onu aramaktan vazgeçtiğinizde aniden karşınıza çıkabilir.
5. Karşıı cinsle aşk amacı gütmeden sadece arkadaş olmayı deneyin. Bu şansınızı arttırır.
6. En olumlu ruhsal eş birlikteliklerinde 10–20 yaş fark olduğunu hatırlayın.
7. Her zaman ruhsal eşinizin sizin yaşamınıza tamamen uyacağını düşünmeyin.
8. Kendinizi geliştirin. Böylece kendinize uygun biri olursunuz.
9. Her zaman psişik bir bağ, ruhsal eşinizin varlığına yani o olduğuna ait bir kanıt değildir.
10. Ruhsal eşinize rastladığınızda, özveriden vazgeçin. Bundan sonra çok mutlu olacağınızı düşünmeyin. En çok özveri isteyen ilişkiler bu türdedir.
Fenomen dergisi, Aralık 1996