15 Nisan 2015 Çarşamba

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Inanna / Ishtar



Akkadca adı İştar olan tanrıça İnanna'nın da fiziksel mevcudiyeti ve varlığına dair sayısız yazıtlar, metinler, ilâhîler, kehanetler, dualar ve tarifler vardır. M.Ö. 1300'lerde bir Mezopotamya kralı, İnanna'nın erkek kardeşinin şehri Sippar'daki tapınağının, kralın döneminde sekiz yüz yıllık olan temellerinin üstünde yeniden inşa ettirmiş olduğundan söz eder. Ama onun merkez şehri Uruk'ta, onunla ilgili hikâyeler eski zamanlara dek gider.

Romalılarca Venüs, Yunanlılarca Afrodit, Kenanlılar ve İbranilerce Astarte, Asurlular ve Babilliler ve Hititler ve diğer kadim halklarca İştar veya Eşdar, Akkad ve Sümerlilerce İnanna veya İnnin veya Ninni diye bilinen ve diğer birçok lâkabı ve sıfatı olan İnanna tüm zamanların Savaş Tanrıçası ve Aşk Tanrıçasıydı; hiddetli, güzel bir dişiydi; Anu'nun sadece büyük büyük, kız torunu olmasına rağmen, Gök ve Yerin Büyük Tanrıları arasında kendisine önemli bir yer açmıştı kendi çabasıyla.

Anlaşılan genç bir tanrıça olarak, Sümer'in doğusunda uzak bir diyara, Aratta Ülkesinde bir bölgeye atanmıştı. "Ulu olan, İnanna, tüm diyarın kraliçesi"nin "evi" oradaydı. Ama İnanna'nın hırsı daha büyüğü içindi. Uruk şehrinde Anu'nun sadece Dünya'ya arada bir yaptığı devlet ziyaretlerinde kullandığı büyük tapınağı durmaktaydı ve İnanna bu kudret merkezine göz koydu.

Sümer kral listeleri, Uruk'un ilk ilâhî olmayan yöneticisinin tanrı Utu'nun bir insan kadından doğan oğlu Meşkiaggaşer olduğunu belirtir. Onu, büyük bir Sümer kralı olan oğlu Enmerkar izledi. Öyleyse İnanna, Enmerkar'ın büyük halası idi; ve kendisinin uzaklardaki Aratta yerine aslında Uruk'un tanrıçası olması gerektiği konusunda onu ikna etmek için pek zorluk çekmedi.

"Enmerkar ve Aratta'nın Efendisi" adında uzun ve büyüleyici bir metin, Enmerkar'ın Aratta'ya elçiler göndererek, mümkün olan her türlü ikna yolunu kullanıp, bir "sinir harbi" ile Aratta'yı nasıl boyun eğmeye zorladığını tasvir eder çünkü "İnanna'nın hizmetkârı olan efendi Enmerkar, onu Anu'nun Evi'nin kraliçesi yapmıştı". Destanın pek net olmayan sonu bir mutlu sonu ima eder: İnanna Uruk'a taşınırken, "Aratta'daki evini terk etmez." "İki şehir arasında gidip gelen bir tanrıça" hâline geldiğini söylemek uygun olabilir, zira İnanna/İştar diğer metinlerden anlaşıldığı kadarıyla maceraperest bir seyyahtır.

Anu'nun Uruk'taki tapınağına yerleşmesi, Anu'nun bilgisi ve rızası olmaksızın gerçekleşemezdi ve metinler böylesi bir rızanın nasıl sağlandığına dair güçlü ipuçları vermektedir. Kısa süre sonra İnanna, "Anu'nun sevgilisi" anlamına gelen "Anunitum" lakabıyla anılmaya başlandı. Metinlerde ondan "Anu'nun kutsal hanımefendisi" diye söz ediliyordu ve anlaşıldığı kadarıyla İnanna Anu'nun sadece tapınağını değil, Uruk'a geldiğinde veya birkaç kez bildirildiğine göre onun Göksel Evine çıktığında Anu'nun yatağını da paylaşmaktaydı.

Böylece kendisini Uruk'un tanrıçası ve Anu'nun tapınağının hanımefendisi konumuna çıkartan İştar, Uruk'un önemini ve kendi kudretlerini çoğaltmak üzere hileler kullanmaya devam etti. Fırat'ın aşağılarında kadim şehir Eridu, yani Enki'nin merkezi vardı. Enki'nin tüm sanatlar ve uygarlık bilimlerindeki büyük bilgisini bildiğinden,

İnanna bu gizleri elde etmek için yalvarmaya, ödünç almaya ve çalmaya yönelir. "Kişisel cazibesini" Enki (büyük amcası) üstünde kullanma niyetiyle, İnanna ona yalnızken uğramaya karar verir. Bu durum Enki'nin dikkatinden kaçmaz; baş kâhyasına iki kişilik akşam yemeği hazırlaması için talimat verir.

Gel kâhyam İsimud, emirlerimi duy;
sana bir şey diyeceğim, sözümü duy:
Bakire, tek başına, yolunu Abzu'ya yöneltti...
Bakire Eridu'nun Abzu'suna girsin,
Ona tereyağlı arpa keki veresin,
Ona içini serinletecek soğuk sular,
Bira veresin...

Sarhoş ve mutlu olan Enki, İnanna için her şeyi yapmaya hazırdır. O ise bir yüksek uygarlığın temeli olan ilâhî formülleri ister açık açık. Enki ona aralarında yüksek efendilik, Krallık, rahiplik işlevleri, silâhlar, yasal işlemler, kâtiplik, tahta işlemeciliği, hatta müzik enstrümanları ve tapınak fahişeliği bilgisi de olan yüz adet formül verir. Enki ayılana ve ne yaptığının farkına varana dek İnanna çoktan
Uruk'un yolunu tutmuştur. Enki ardından "ürkünç silâhlarını" yollar ama boşunadır, zira İnanna "Gök Sandalı" ile hızla Uruk'a kaçmıştır. Büyük bir sıklıkla İnanna çıplak bir tanrıça olarak resmedilir; güzelliğini sergiler, hatta bazen bedeninin alt kısımlarını göstermek için eteklerini yukarı kaldırırken
gösterilmiştir.


M.Ö. 2.900'lerde Uruk'un yöneticisi ve yine (bir insan baba ve tanrıçadan doğan) kısmen ilâhî olan Gılgamış, İnanna'nın, resmî bir eşi olduktan sonra bile kendisini nasıl baştan çıkardığını anlatır. Bir savaştan sonra yıkanıp da "bir kuşakla bağlanan, kürklü bir palto giydiğinde";

Muhteşem İştar, onun güzelliğini fark etti,
"Gel, Gılgamış, sevgilim ol!
Bana meyveni bahşet!
Sen benim erkeğim ol, ben senin dişin olayım.

Ama Gılgamış işin sonunu bilmektedir. "Sevgililerinden hangisini sonsuza dek sevdin?" diye sorar. "Çobanlarından hangisi seni hep memnun etti?" İnanna'nın aşk maceralarının uzun bir listesini yapar ve onu reddeder. Zaman geçtikçe ve panteonun daha yüksek rütbelerine eriştikçe ve böylece devlet işlerinde daha çok sorumluluk aldıkça, İnanna/İştar daha fazla askerî nitelik sergilemeye başlar ve tepeden tırnağa silahlı bir Savaş tanrıçası olarak resmedilir.


Asur kralları tarafından bırakılan yazıtlarda krallar onun emriyle ve onun için nasıl savaşlara gittiklerini, ne zaman bekleyecekleri ve ne zaman saldıracaklarını nasıl doğrudan öğütlediğini, bazen orduların başında nasıl yürüdüğünü ve en azından bir keresinde bir tecelli lütfedip bütün taburların gözü önünde göründüğünü anlatırlar. Onların sadakati karşılığında, o da Asur krallarına uzun ömür ve başarı sözü vermişti. "Göklerdeki Altın Oda'dan sizleri hep gözleyeceğim" diye onları rahatlatmıştı.

Azılı bir savaşçıya dönüşmesinin nedeni, onun da Marduk'un hükümranlığa yükselmesiyle zor zamanlar yaşaması mıydı? Yazıtlarından birinde Nabonid şöyle der: "Uruk'un İnanna'sı, yedi aslanın koşulduğu bir araba süren, bir altın iç odada yaşayan ulu prenses - Uruk'un sakinleri Erba-Marduk'un yönetimi sırasında onun iç odasını kaldırıp, aslanlarını saldılar." Nabonid'e verdiği ifadede İnanna, bu yüzden E. Anna'yı öfkeyle terk ettiğini ve (adını vermediği) uygunsuz bir yerde kaldığını" bildirir.


Belki de sevgiyi güç ile birleştirmeyi amaçlayarak, çevresi pek kalabalık olan İnanna koca olarak Enki'nin daha küçük oğullarından DU.MU.Zİ'yi seçer. Kadim metinlerin birçoğu bu ikisinin aşkları ve kavgaları ile ilgilidir. Bazıları son derece güzel ve canlı bir cinsellik içeren aşk şarkılarıdır. Diğerleri -yolculuklarından birinden dönen- İştar'ın Dumuzi'yi yokluğundan yararlanırken bulmasıyla ilgilidir. Yakalanmasını ve kız kardeşi E.REŞ.Kİ.GAL ve kocası NER.GAL tarafından yönetilen
bir bölge olan Aşağı Dünya'ya sürülmesini ayarlar. En bilinen Sümer ve Akkad metinlerinden bazıları İştar'ın sürgün edilen sevgilisini aramak için Aşağı Dünya'ya yaptığı yolculukla ilgilidir.

Enki'nin bilinen altı oğlundan üçü Sümer metinlerinde sunulur: en sonunda üstünlüğü ele geçiren ilk doğan Marduk; Aşağı Dünya'nın yöneticisi hâline gelen Nergal ve İnanna/İştar ile evlenen Dumuzi.
Enlil'in de hem insan hem de ilâhların meselelerinde önemli roller oynayan üç oğlu vardır: Enlil'in kız kardeşi Ninhursag'dan doğan oğlu Ninurta yasal vâristir; Enlil'in resmi eşi Ninlil'den ilk doğan oğul Nanna/Sin ve Ninlil'den doğan daha küçük bir oğul olan, sıklıkla Adad ("sevgili") diye çağrılan İŞ.KUR ("dağ gibi", "uzak dağlık diyar").

Sin'in erkek kardeşi ve Utu ve İnanna'nın amcası olan Adad, onlarla birlikteyken kendi evinde olduğundan daha rahat gibi görünmektedir. Sümer metinleri bu dördünü sürekli grup hâlinde gösterir. Anu'nun Uruk'a yaptığı ziyaretlerle bağlantılı törenler de bu dördünden bir grup olarak söz eder. Anu'nun avlusuna girişi tarifeden bir metin, taht odasına "Sin, Şamaş, Adad ve İştar kapılarından" geçerek ulaşıldığını bildirir. İlk olarak V. K. Shileiko (Rusya Maddî Kültür Tarihi Akademisi) tarafından yayınlanan bir metin, bu dördünün birlikte gece odalarına çekilişini şairane biçimde anlatmaktadır.

En büyük yakınlık İştar ve Adad arasında mevcutmuş gibi görünmektedir; hatta bu ikisi yan yana resmedilmiştir; tıpkı aşağıdaki halka ve şimşeği tutan Adad ve yayını tutan İştar tarafından kutsanan bir Asur hükümdarını gösteren bu rölyefteki gibi. (Üçüncü ilâh, yıpranma nedeniyle tanınamamaktadır.) 



Bu "yakınlıkta", İştar'ın "sabıka kaydı" dikkate alındığında, plâtonik bir ilişkiden daha fazlası da var mıydı? Eski Ahit'teki şarkılar şarkısında, hoppa kızın sevgilisine dod (hem "sevgili" hem de "amca" anlamına gelen bir kelime) demesi dikkate değer. Yoksa İşkur'un Sümerce DA.DA'dan türeyen Adad diye çağrılması, sevgili olan amca oluşundan mıdır?

İnanna ve Aşağı Dünya'nın Yedi Kapısı


Birçok kadim metinde çok uzaklara yaptığı yolculuklarından söz edilen İnanna/ İştar, Aratta'daki ilk uzak bölgesi ile Uruk'taki mekânı arasında gidip gelir. Eridu'da Enki'ye ve Nippur'da Enlil'e uğrar ve Sippar'daki karargâhında erkek kardeşi Utu'yu ziyaret eder. Ama en bilinen yolculuğu, kız kardeşi Ereşkigal'in bölgesi olan Aşağı Dünya'ya yaptığı seyahattir. Bu yolculuk sadece destanlara değil, silindir mühürler üstündeki sanatsal betimlemelere de konu olmuştur; işte, Sümer'den Aşağı Dünya’ya uçarak geldiğini vurgulamak için tanrıçayı kanatlarıyla gösteren bir silindir mühür:



İnanna'nın Aşağı Dünya'ya Yolculuğu adındaki metin ve bu yolculuğu anlatan diğer metinler, yolculuğun başlangıcından önce İnanna'nın yedi nesneyi dikkatle kuşandığını ve kız kardeşinin evine giden yedi kapıdan geçtikçe bunları birer birer çıkarışını tarif ederler. İnanna'nın göklere yaptığı yolculuklarla ilgili metinlerde de böyle yedi nesneden söz edilir:

1. Başına taktığı ŞU.GAR.RA
2. Kulaklarındaki "Ölçüm pandantifleri"
3. Boynuna taktığı küçük mavi taşlardan zincirler
4. Omuzlarındaki "ikiz" taşlar
5. Ellerinde altın bir silindir
6. Göğüslerini tutan bantlar
7. Bedenini saran PALA giysisi.

Bu yedi nesnenin yapısını ve öneminin ne olduğunu şu ana dek kimse açıklayamamış olmasına karşın, cevabın uzun süredir elimizin altında olduğuna inanıyoruz. 1903'ten 1914'e kadar Asur başkenti Asur'u kazan Walter Andrae ve meslektaşları İştar Tapınağında, tanrıçayı göğsüne ve sırtına yerleştirilmiş çeşitli "tertibatla gösteren yıpranmış bir heykelini buldular. 1934'te Mari'de kazı yapan arkeologlar, toprağa gömülü benzer ama sağlam bir heykele rastladılar. Bu, güzel bir kadının gerçek boyutlu bir suretiydi. Sıra dışı başlığı, onun bir tanrıça olduğunu gösterecek biçimde bir çift boynuzla süslenmişti. 4.000 yıllık heykelin çevresinde duran arkeologlar, onun canlı gibi görünüşü karşısında büyülenmişlerdi (bir fotoğrafta, heykel ve canlılar arasında ayırım yapmakta zorlanılabilir). Onu Vazolu Tanrıça diye adlandırdılar zira elinde silindirik bir nesne tutmaktaydı.


Düz oymalar ve bas rölyeflere benzemeyen biçimde, tanrıçanın bu insan boyunda, üç boyutlu sunumu giyim kuşamı hakkında ilginç özellikleri ortaya koymaktadır. 


Başında bir şapkacının elinden çıkma bir başlık değil, özel bir miğfer vardır; miğferin iki yanından çıkan ve kulakların üstüne geçen nesneler bir pilotun kulaklıklarını hatırlatmaktadır. Boynunda ve göğsünün üst kısmında tanrıça birçok küçük (ve belki de değerli) taşlardan bir gerdanlık taşır; ellerinde su taşımak için bir vazo olamayacak kadar kalın ve ağır olan silindirik bir nesne tutmaktadır.



İçi gösteren bir malzemeden bir bluzun üstünden geçen göğüsteki iki paralel şerit arkaya devam eder ve dikdörtgen biçimli garip bir kutuyu tutar. Kutu, tanrıçanın ensesinin arkasına sımsıkı oturmuştur ve yatay bir şerit ile miğferine tutturulmuştur.



Kutunun içindeki her neyse oldukça ağır olmalıdır zira tertibat iki büyük omuz yastığı ile daha da desteklenmiştir. Kutunun ağırlığı, yuvarlak bir kopça ile tam dibine iliştirilen bir hortum ile daha da artar. Aygıtların tamamı (zira hiç şüphe yok ki, bunlar aygıttır), tanrıçanın sırtından ve göğsünden geçen çaprazlama iki şerit takımının yardımı ile tutulmaktadır.



İnanna'nın hava yolculukları için gereken yedi nesne ile Mari'den çıkarılan heykel (ve muhtemelen Aşur'daki İştar tapınağında bulunan kırık dökük heykel) arasındaki paralellik kolaylıkla kanıtlanabilir. Kulaklarında "ölçüm pandantiflerini" -kulaklıkları-; boynundaki küçük taş sıralarını veya "zincirlerini"; omuzlarındaki "ikiz taşları" -iki omuz yastığını-; ellerindeki "altın silindir"i ve göğüslerinin üstünden çaprazlama geçen tutucu şeritleri görmekteyiz. Gerçekten de bir "PALA giysisi" ne ("hükümdar kıyafeti") bürünmüştür ve başında kelime anlamıyla "evrende uzaklara götüren" anlamına gelen bir terim olan ŞU.GAR.RA miğferini taşımaktadır. Tüm bunlar İnanna'nın giysisinin bir havacının veya astronotun giysisi olduğunu göstermektedir.
Kaynaklar:
Amon Ra: Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü
Zecheria Sitchin Kitapları

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Samaş / Utu



Sippar Uzay Limanının uzun süre komutanlığını yapmıştır.

Sin'in resmî eşi olan Ningal'den ikiz kardeşi İnanna ile birlikte doğmuştu; yani doğum yoluyla İlâhî Hanedanın üyeleriydiler. İnanna teknik olarak ilk doğan idi ama ikiz erkek kardeşi Utu ilk doğan oğul idi; yani, hanedanın yasal vârisi. Esav ve Yakup'unki gibi benzer durumlarda mevcut olan rekabetin tersine, iki ilâhî çocuk birbirlerine çok yakın bir şekilde büyüdü. Deneyimleri ve maceraları paylaştılar, birbirlerinin yardımına koştular ve İnanna iki tanrıdan birini koca olarak seçmek zorunda kaldığında, öğüt almak için erkek kardeşine başvurdu.

İnanna ve Utu, Dünya'da sadece tanrıların var olduğu o uzun zaman öncesinde doğmuştu. Utu'nun şehir-alanı olan Sippar, Sümer'de tanrılar tarafından kurulmuş olan ilk şehirler arasında sayılmaktadır. Nabonid, Utu'nun Sippar'daki tapınağı E.BABBARA'yı ("ışıldayan ev") tekrar inşa etmek işini üstlendiğinde bir yazıtta şöyle belirtir:

Eski temel platformunu araştırdım tapınağın,
ve toprağı on sekiz kübit kazdım,
Utu, Ebabbara'nın Büyük Efendisi...
3.200 yıldır benden önce gelmiş hiçbir kralın görmediği
Naram-Sin'in, Sargon'un oğlunun temel-platformunu
bana bizzat kendisi gösterdi.

Sümer'de uygarlık gelişmeye başladığında ve insan, Nehir’ler Arasındaki Diyar'daki tanrılara katıldığında, Utu esasen kanun ve adalet ile ilişkili hâle geldi.

Anu ve Enlil'e seslenenlerden ayrı olarak bazı ilk kanun maddeleri, "Utu'nun gerçek sözüne uygun olarak" oluşturulduklarından, onlara uyulması gerekmekteydi. Babil kralı Hammurabi kendi kanunlarını bir stelaya kazıttı; stelanın en tepesinde kral, kanunları bir tanrıdan alırken resmedilmektedir.


Sippar'da ortaya çıkarılan tabletler, şehrin kadim zamanlardaki ününü adil kanunları olan bir yer olarak belirtmektedir. Bazı metinler Utu'yu tanrıları da insanları da yargılarken resmetmektedir; aslında Sippar, Sümer'in "yüksek mahkemesi"ydi.

Utu'nun savunduğu adalet; Yeni Ahit'te kaydedilen Dağdaki Vaaz'ı hatırlatmaktadır. Bir "bilgelik tableti" Utu'yu memnun etmek için şu davranışı tavsiye etmektedir:

Rakibine kötülük yapma,
Sana kötülük yapana iyilikle karşılık ver,
Düşmanını adalete bırak...
Kalbinin kötülüğe meyletmesine izin verme...
Sadaka için dileneneyemesi
için yemek, içmesi için şarap ver...
Yardımsever ol, iyilik yap.

Adaleti sağladığı ve baskıcılığı önlediği için ve belki de daha sonra göreceğimiz diğer nedenlerle, Utu yolculuk edenlerin koruyucusu olarak düşünülmekteydi. Ancak, Utu'ya verilen sıfatlardan en bilineni ve en kalıcı olanı onun parlaklığıyla ilgilidir. İlk zamanlardan beri, Babbar ("ışıldayan") olarak adlandırılmaktaydı. O, "geniş bir ışık saçan Utu"dur, "Göğü ve Yeri aydınlatandır.

Hammurabi, yazıtında, tanrıyı Samî dillerinde "Güneş" anlamına gelen Akkadca ismi Şamaş ile çağırır. Dolayısıyla, bilginlerce Utu/Şamaş'ın Mezopotamya Güneş Tanrısı olduğu varsayılmıştır. İlerledikçe göstereceğimiz gibi, göksel dengi olarak Güneş ile ilişkilendirilmenin yanı sıra, bu tanrının büyükbabası Enlil tarafından kendisine verilen özel görevleri yerine getirirken "parlak bir ışık saçtığı"na dair ibarelerde başka bir özellik daha vardır.

Kaynaklar:
Amon Ra: Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü
Zecheria Sitchin Kitapları

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Adad / Ishkur



Anadolu'nun her yerinde karşımıza çıkan Hititlerin ulusal tanrısı Teşup'tur. Adad/Teşup, Hebat ile evlidir. Çapkınlıklarıyla ünlü olduğu kadar popülaritesiyle de ünlüdür. Dünya'nın hemen hemen her yerinde fırtına tanrısı olarak kendine yer bulmuştur.

Adad kudretli bir tanrıydı, babası Enlil tarafından güçlerle ve bir fırtına tanrısının ön şartları ile donatılmış bir tanrı. Kendisine tıpkı Hurri/Hititlerin Teşup ve Urartuların Teşub'u ("rüzgâr üfleyen"), Amoritlerin Ramanu'su ("gürüldeyen"), Kenanlıların Ragimu'su ("doluları fırlatan"), Hint- Avrupalıların Buriaş ("ışıkyapan")'ı, Samîlerin Mcir'i (gökleri "aydınlatan") gibi saygı duyulurdu.


Hans Schlobies'in [Der Akkadische Wettergott in Mesoptamen (Mezopotamya'da Akkad Hava Tanrısı)] gösterdiği gibi, British Museum'da saklanan bir tanrılar listesi, İşkur'un gerçekten de Sümer ve Akkad'dan uzaktaki topraklardaki ilâhî efendi olduğunu, netleştirmektedir. Sümer metinlerinin ortaya çıkardığı gibi, bu durum tesadüf eseri değildir. Anlaşıldığına göre Enlil, küçük oğlunu Mezopotamya'nın kuzey ve batısındaki dağlık toprakların "Yerli İlâhı" hâline gelmesi için bilhassa
yollamıştır.

Enlil en küçük ve en sevdiği oğlunu niçin Nippur'dan uzağa yollamıştı? Bulunan birkaç Sümer destanı, genç tanrılar arasındaki tartışmaları ve hatta kanlı çarpışmaları anlatır. Birçok silindir mühür, tanrı tanrıya savaş sahneleri göstermektedir:



Anlaşılan o ki, Enki ve Enlil arasındaki orijinal husumet çocuklarına taşınmış ve yoğunlaşmıştır, bazen kardeşin kardeşe düştüğü görülür; Kabil ve Habil'in ilâhî hikâyesindeki gibi. Bu çarpışmalardan bazıları Kur diye tanımlanan bir ilâha karşıdır; büyük olasılıkla Işkur/Adad'a karşı.

Bu durum, Enlil'in en küçük oğlunu, veraset için yapılan tehlikeli savaşların dışında tutmak amacıyla uzak bir bölgeye yollamayı niçin uygun gördüğünü açıklamaktadır.

Kaynaklar:
Amon Ra: Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü
Zecheria Sitchin Kitapları

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Sin / Nanna



Nanna (NAN.NAR'ın -"parlak olan"- kısaltılmışı), çağlar aşıp bize kadar, daha iyi bilinen Akkadca (veya "Samîce") adı Sin ile geldi. Dünya'da doğan ilk Anunnaki'dir. Ay tanrısı olarak bilinen Sin, Ningal ile evlenmiş ve ondan ikiz çocuk sahibi olmuştur. İnanna ve Samaş onun çocuklarıdır.

Enlil'i ile Ninlil'in ilk oğlu olarak Sümer'in en iyi bilinen şehir devleti UR ("şehir") üstünde hükümranlık ona verildi. Oradaki tapınağının adı E.GİŞ.NU.GAL ("tahtın tohumunun evi") idi. Nanna ve eşi NİN.GAL ("büyük hanım"), bu mekândan şehrin ve şehir halkının işlerini büyük bir iyilikle sürdürmekteydiler. Ur halkı ilâhi yöneticilerini büyük bir sevecenlikle anıyor, tanrılarına "Nanna Baba" ve benzer sevecen lâkaplar takıyorlardı.

Ur'un bereket ve bolluğu, şehir halkı tarafından doğrudan Nanna'ya atfedilmekteydi. Ur'un (tanrının lütfuyla) yöneticilerinden biri olan Şulgi, M.Ö. üçüncü bin yılın sonunda Nanna'nın "evi"ni "bollukla dolu bir ağıl", koyunların çoğaldığı ve öküzlerin kesildiği "ekmek adaklarının bereketli yeri", davul ve zilli tefin sesinin duyulduğu tatlı müzikle dolu bir yer olarak tarif eder. Koruyucu tanrısı Nanna'nın yönetimi altında Ur, Sümer'in tahıl ambarı hâline gelir; diğer her yerdeki tapınaklara tahıl kadar koyun ve davar da sağlar. "Ur'un Yıkılışı Üstüne Ağıt" başlıklı merin bize, negatif bir yolla, felâketten önce Ur'un nasıl olduğunu anlatmaktadır:

Nanna'nın ambarlarında tahıl yok.
Tanrıların akşam yemekleri, tatsız;
büyük yemek salonlarında, şarabın ve balın sonu gelmiş...
Tapınağının ulu fırınında, ne öküzler ne koyunlar
hazırlanmakta;
Nanna'nın büyük Prangalar Yerinde:
öküzlere emirleri verilen yerde uğultu kesilmişsessizliği
çok büyük...
Öğütme taşı ve havan tokmağı hareketsiz...
Adak sandalları, adak taşımıyor artık...
Nippur'daki Enlil'e adak ekmeği getirmiyor.
Ur'un nehri boş, sandallar işlemiyor...
Kıyılarında yiyecek bitmiyor, uzun otlar sarmış.

"Rüzgâra karışan ağıllara", terk edilen ahırlara, giden çobanlara ve sürü güdenlere ağıt yakan bir diğer ağıt ise çok gariptir: Ur halkı tarafından değil, tanrı Nanna ve eşi Ningal tarafından yazılmıştır. Bu ve Ur'un düşüşü üstüne yazılmış diğer ağıtlar, sıra dışı bir olayın travmasını gözler önüne sermektedir. Sümer metinleri bizi, Nanna ve Ningal'in felâket tamamlanmadan hemen önce şehri terk ettikleri konusunda bilgilendirir. Bu dokunaklı biçimde tarif edilen, acele bir ayrılıştır:

şehrini seven Nanna,
şehirden ayrıldı.
Ur'u seven Sin,
artık evinde oturmadı.
Ningal..

düşman bölgesinden geçip şehrinden kaçarken,

aceleyle bir giysiye sarındı,
Evinden ayrıldı.

Ur'un düşüşü ve tanrılarının sürgün edilişi, ağıtlarda Anu ve Enlil'in kasti kararlarının sonuçları olarak tarif edilmektedir. Cezayı kaldırsınlar diye Nanna'nın yalvarıp yakardığı da bu ikisidir.

Anu'm, tanrılar kralı,
"Bu kadarı yeter" desen;
Enlil'im, ülkeler kralı,
hoş bir kader biçsen!

Doğrudan Enlil'e başvuran "Sin, ıstırap çeken kalbini babasına açar; Enlil'i selâmlar, onu doğurtan babayı" ve ona yalvarır:

Ey beni doğurtan babam,
Ne zamana dek düşmanca bakacaksın
özür dileyişime?
Ne zamana dek?...
Sebebi olduğun bu eza çeken kalpte
bir alev gibi titreşenlütfen
dostça bakıver.



Sümer metinleri onun " Gök Sandalı"ndan hayranlıkla söz eder:

Baba Nannar, Ur'un Efendisi...
Muhteşemliği, Gök Sandalında olan...
Efendi, Enlil'in ilk oğlu.
Gök Sandalında yükseldiğinde,
Muhteşemsin.
Enlil elini süsledi
Kalıcı bir asayla,
Ur'un üstünde Kutsal Sandal'da yükseldiğinde.



Hem Sümer metinleri ve hem de arkeolojik bulgular, Sin ve eşinin Harran'a, birkaç nehir ve dağlık arazi tarafından korunan Hurri şehrine kaçtığını belirtmektedir. Şunu da belirtmek gerekiyor: İbrahim’in babası Terah'ın önderliğindeki klanı, Ur'u terk ettiklerinde, onlarda yönlerini Harran'a çevirmişlerdi; Vaadedilmiş Topraklar'a gitmeden önce orada uzun yıllar oturmuşlardı.

Ur her zaman için Nanna/Sin'e adanmış bir şehir olarak kalmasına rağmen, Harran onun için çok uzun bir süre mekân olmuş olmalıdır zira Ur'a benzetilerek inşa edilmiştir; tapınakları, binaları ve caddeleri neredeyse tamamen aynıdır. Andre Parrot [Abraham et son temps (İbrahim ve Çağı)] bu benzerlikleri "Haran kültünün Ur kültünün tam bir kopyasından başka bir şey olmadığına dair her kanıt mevcuttur" diyerek özetlemektedir.

Harran'daki -bin yıl içinde tekrar tekrar inşa edilen- Sin tapınağı elli yıldan fazla süren kazılar sırasında gün ışığına çıkarıldığında, buluntular arasında üstlerine çok ilginç bir kaydın kazındığı iki stela (bir olay anısına dikilen taş sütunlar) vardı. Bir Sin yüksek rahibesi olan Adadguppi tarafından dikte edilen bir kayıttı bu; rahibenin Sin'in bilinmeyen önceki bir zamanda dönüşü için nasıl dua ettiğini ve plânlar yaptığını anlatmaktaydı:

Sin, tüm tanrıların kralı,
şehrine ve tapınağına kızdı, ve Göğe çıktı.

İğrenen veya kederlenen Sin'in "toplandığı" ve "Göğe çıktığı" diğer yazıtlar tarafından da desteklenir. Bunlar bize, Asur kralı Asurbanipal'in belirli düşmanlardan kutsal bir "en pahalı yeşim benzeri bir taştan yapılma silindir mührü" geri aldığını ve "üstüne Sin'in bir resmini çizerek daha da iyi hâle getirdiğini" anlatırlar.

Ayrıca kutsal taşın üstüne "Sin'e bir methiye" kazıdığını ve "bunu Sin'in imgesinin boynuna astığını" yazar. Sin'in bu taş mührü, eski zamanlardan kalma bir yadigâr olmalıdır, zira daha sonra "bunun o günlerde, düşmanın yaptığı imha sırasında yüzü tahrip edilmiş olan" olduğu belirtilir.

Asurbanipal'in hükümdarlığı sırasında doğmuş olan yüksek rahibenin kendisinin de kraliyet kanı taşıdığı düşünülmektedir. Sin'e başvurusunda, pratik bir "anlaşma" önerir: Rahibenin oğlu Nabonid'in Sümer ve Akkad'ın yöneticisi olmasına yardım etmesi karşılığında Sin'in güçlerini hasımlarına üstün gelmesi için geri alacaktı.

Tarihî kayıtlar M.Ö. 555'te, o sıralarda Babil ordularının komutanı olan Nabonid'in, arkadaşı olan subaylar tarafından tahta çıkartıldığını doğrulamaktadır. Bu işte, kendisine doğrudan Sin'in yardım ettiğini belirtir. Nabonid'in yazıtları bizi "ortaya çıkışının ilk gününde" Sin'in "Anu'nun silâhını" kullanarak göklere "bir ışık huzmesiyle dokunabildiğini" ve düşmanlarını aşağıdaki Dünya'ya düşürdüğünü söyleyerek bilgilendirir.

Nabonid, annesinin tanrıya verdiği sözü tutar. Sin'in tapınağı E.HUL.HUL'u ("büyük neşe evi") yeniden inşa eder ve Sin'i en üstün Tanrı olarak ilân eder.


İşte o zaman Sin "Anu-grubunun gücünü" eline geçirebildi, "Enlil-grubunun tüm gücünü kuşandı ve Ea-grubunun tüm gücünü devraldı; böylece tüm Göksel Kudretleri kendi eline almış oldu." Böylece Sin "İlahî Hilâl" unvanını kazandı ve ününü sözde Ay Tanrısı olarak yaptı.

İğrenerek Göklere geri döndüğü bildirilen Sin, nasıl olmuş da Dünya'da böylesi beceriler sergileyebilmişti? 

Sin'in gerçekten de "öfkeli emrini unuttuğunu... ve Ehulhul tapınağına geri dönmeye karar verdiğini" onaylayan Nabonid bir mucizenin gerçekleştiğini iddia eder. "Eski günlerden beri Ülkede meydana gelmemiş olan" bir mucizedir bu: Bir ilâh "Göklerden aşağı inmişti."

Bu Sin'in büyük mucizesiydi,
Meydana gelmemişti Ülkede,
eski günlerden beri;
Ülkenin halkı
ne görmüş, ne de yazmışlardı
Kül tabletler üstüne, sonsuza dek korumak için:
Sin,
tüm tanrıların ve tanrıçaların efendisi,
Göklerde oturan,
Göklerden aşağı inmişti.

Ne yazık ki, Sin'in Dünya'ya geri döndüğü yer ve tarzla ilgili ayrıntılar verilmemiştir. Ama Harran'ın dışındaki tarlalarda olduğunu biliyoruz; kendisine "eski ülke"den bir gelin bulmak için Kenan'dan gelmekte olan Yakup gördü ki, "yer üzerinde bir merdiven dikilmiş ve başı göklere ermişti; ve işte, onda Tanrı'nın melekleri çıkmakta ve inmekte idiler". 

Nabonid, Nanna/Sin'e kudretini ve tapınaklarını geri verirken, aynı zamanda Sin'in ikiz çocukları olan IN.ANNA ("Anu'nun hanımı") ve UTU ("ışıldayan")'ya tapıncı da geri getirdi, tapınaklarını yeniden kurdu.

Kaynaklar:
Amon Ra: Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü
Zecheria Sitchin Kitapları

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Ninurta / Ningirsu



Ningirsu ve Asur olarak ta tanınan Ninurta, Yunanların Apollon diye adlandırdığı tanrıdır. Büyük bir komutan ve cesur bir asker olmasına karşın müziğe özellikle de lir çalgısına olan tutkusu ile sık sık tabletlerde yer almaktadır.

Asurluların resmi tanrısı olan Ninurta, Enlil ile Ninmah'ın oğludur. Teyzesi Bau ile evlenmiş ve Enlil'den sonraki ardıllığı Nibiru Meclisince kabul edilmiştir. Marduk ve Sin ile olan çekişmeleri tabletlerde sıkça görülmektedir. Çift başlı Kartal Ninurta'nın simgesidir ve merkez şehri Girsu'dur.

Göklerde doğan Yer tanrılarının en genci idi ve NİN.UR.TA ("temeli tamamlayan efendi") adını almıştı. O, babası için savaşmak üzere "Enlil'in, ağ ve ışık ışınları ile ileri çıkan kahraman oğlu", "ışık şimşekleri fırlatan... öç alıcı oğul" idi.


Eşi BA.U da bir hemşire veya doktordu; sıfatı ise "ölüleri hayata geri getiren hanım" idi. Ninurta'nın eski portreleri onu kendine özgü bir silâh tutarken gösterir; hiç şüphesiz bu, "ışık şimşekleri" fırlatanın ta kendisidir. Kadim metinler onu kudretli bir avcı, askerî yetenekleriyle tanınan savaşan bir tanrı olarak selâmlar. Ama en kahramanca savaşı, babası adına değil, kendisi için verdiğidir. Bu, ZU ("zeki") adlı kötücül bir tanrı ile yaptığı geniş çaplı bir savaştır ve ödülü, Dünya'daki tanrıların liderliğidir, zira Zu yasa dışı yollarla Enlil'in Tanrıların şefi olarak elinde tuttuğu nişan ve nesneleri ele geçirmiştir.

Bu olayları anlatan metinlerin başlangıcı kırılmıştır; öykü ancak Zu'nun, Enlil'in tapınağı E-Kur'a vardığı noktadan itibaren okunabilir hâldedir. Anlaşılan Zu tanınmaktadır ve üst rütbelidir zira Enlil onu karşılar ve ona "türbesinin girişinin korunmasını emanet eder." Ama "kötücül Zu" emanete hıyanet edecektir, zira "kalbinde düşündüğü" şey, "Enlil’liğin oradan alınması", yani ilâhi güçlerin ele geçirilmesidir.

Bunu yapmak için Zu, aralarında büyülü Kaderler Tabletlerinin de bulunduğu belirli nesneleri ele geçirmek zorundaydı. Sinsi Zu, Enlil soyunup günlük yüzüşü için havuza girip de öteberisini korunmasız bıraktığında, fırsatı ele geçirdi.

Gözlediği sığınağın girişinde,
Zu günün başlamasını beklerdi.
Enlil saf sularla yıkanmaktaykentacı
çıkarılmış ve
tahtın üstünde bırakılmış-
Zu, Kaderler Tabletlerini ellerine aldı,
Enlilliği kaçırdı.

Zu, MU'su ile ("isim" olarak çevrilmiştir ama anlaşılan bir uçan makinedir) uzaktaki bir saklanma yerine doğru kaçarken, bu gözü kara hareketinin sonuçları ortaya çıkmaya başlar:

İlâhî Formüller kalakaldı,
Hareketsizlik her yana yayıldı; sessizlik baskın oldu...
Sığınağın parlaklığı alınmıştı.

"Enlil Baba'nın ağzını bıçak açmıyordu." "Diyarın tanrıları haberi duydukça birer birer geldiler." Mesele öylesine ciddîydi ki, Göksel Evindeki Anu'ya bile haber verildi. Anu durumu gözden geçirdi ve "formüller"in yerine konabilmesi için Zu'nun hemen tutuklanması sonucuna vardı. Anu "tanrılara, çocuklarına" dönerek sordu, 'Tanrılardan hanginiz Zu'yu ezecek? Onun adı hepsinden büyük olacaktır!"

Değerli bilinen birkaç tanrı göreve çağrıldı. Ama hepsi de Kaderler Tabletlerini alan Zu'nun artık Enlil ile aynı güçlere sahip olduğunu, bu nedenle "ona karşı gelenin kile döneceğini" belirttiler. Bu noktada, Ea'nın aklına iyi bir fikir gelir: Bu umutsuz savaşta yer almak üzere niçin Ninurta'yı çağırmıyoruz?

Meclisteki tanrılar, Ea'nın dâhiyane kurnazlığını tabi ki anladılar. Eğer Zu yenilirse veraset hakkının kendi çocuğuna kalması şansı artacaktı; benzer şekilde, bu arada eğer Ninurta öldürülürse, bundan da kazançlı çıkacaktı. Tanrıların şaşkınlığına rağmen Ninhursag (bu metinde NİN.MAH "büyük hanım" diye adlandırılır) bu fikre katılır. Oğlu Ninurta'ya dönerek, Zu'nun sadece Enlil'i değil, Ninurta'yı da Enlillikten mahrum bıraktığını açıklar. "Acıdan çığlıklar atarak doğurdum" diye bağırır ve "erkek kardeşim ve Anu için kesinleştirdim" "Göklerin Krallığını" der. Çektiği acıların boşa gitmemesi için Ninurta'ya gidip kazanmak üzere savaşması için talimat verir:

Hücumunu başlat... kaçak Zu'yu yakala...
Korkunç saldırı öfkeni ona karşı sal...
Kes boğazını! Zu'yu ortadan kaldır!...
Yedi belâlı rüzgârını onun üstüne sal...
Bütün kasırgaları ona saldırt...
Işıma'yı ona karşı yolla...
Rüzgârların, onun Kanatlarını gizli bir yere taşısın...
Hükümdarlığın Ekur'a dönmesini sağla;
İlahî Formüllerin dönmesini sağla,
Seni yaratan babaya.

Destanın çeşitli versiyonları, yapılan savaşın tüyler ürperten tariflerini verir. Ninurta Zu'ya "oklar" atar ama "oklar Zu'nun bedenine yaklaşamaz... tanrıların Kaderler Tabletlerini elinde taşıdığı müddetçe". Fırlatılan "silâhlar tam ortasında durur" uçuşlarının. Sonu gelmeyen savaş sürüp giderken Ea, Ninurta'ya silahlarına bir til-lum eklemesini ve Zu'nun "kanatlar"ının "küçük dişli çark"larına ateş etmesini tavsiye eder. Bu tavsiyeye uyan ve "kanattan kanata" bağıran Ninurta til-lum'u Zu'nun küçük dişli çarklarına doğru ateşledi. Vurulduklarında, çarklar dağılmaya başladı ve Zu'nun "kanatlar"ı dönerek düştü. Zu mağlûp oldu ve Kader Tabletleri Enlil'e geri getirildi.

14 Nisan 2015 Salı

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Anu


Sümer ve Akkad yazıtlarında ismine az rastlanılan ancak en büyük olarak anlatılan tanrıdır. Onun yeri göklerdedir ve onun emirleri kesindir, bu yüzden en güçlü tanrıdır. An olarak ta bilinmektedir. Anu'nun resmi eşi Antu'dur ancak Anu'nun bir çok cariyeden bir çok çocuğu bulunmaktadır. Anu'nun Dünya ile ilişkilendirilen iki oğlu iki kızı tabletlerde karşımıza çıkmaktadır. Oğulları Enlil ile Enki, kızları ise Ninhursag olarak bilinen Ninmah ve Bau'dur.  Enlil, Anu ile Antu'nun oğlu olduğu için kraliyet ardıllığı ona verilmiştir.
  

Anu'nun iki oğlundan ikincisi olan Enlil, Anu'nun resmi eşi Antu'dan doğduğu için tahttaki ardılı olarak Nibiru Meclisince tanınmıştır. Bu yüzden ilk doğan çocuk olmasına rağmen cariyeden doğan üvey kardeşi Enki ile Enlil'in sürekli çekişmeleri her mitolojide kendisine yer bulmuştur.


Nibiru Atmosferinde meydana gelen ve bizim ozon tabakası sorunumuza benzer olan bir sorun gezegenin geleceğini tehdit eder hale geldiğinde bu sorunun çözümü Dünya'da çokça bulunan Altın Madeni sayesinde başarılmıştır. Altın madenleri için Dünya'da bir koloni kurulması gündeme geldiğinde ise durumu yakından görmek için M.Ö. 400 Bin dolaylarında Dünya'ya gelmiştir. Dünya'da görev dağılımı için zar atmış, kendisine Nibiru Krallığı, Enlil'e Dünya Krallığı, Enki'ye Denizler ile Madenler düşmüştür. O günden sonra Büyük Tanrı olarak bilinegelmiştir. Dünya'nın en önemli gündemlerinde hep ona danışılmıştır. Arada bir Dünya'ya yaptığı ziyaretler hep en üst düzeyde ağırlama ile tabletlerde kendisine yer bulmuştur. En son Dünya'ya gelişi M.Ö. 3760 Nippur Takviminin başlangıcı sayılmıştır.

Sitchin'e Göre Anu:

Gök ve Yer Tanrılarının başını AN (veya Babil/Asur metinlerinde Anu) çeker. O, Tanrıların Büyük Babası, Tanrıların Kralıdır. Âlemi, göklerin her yanındadır ve sembolü bir yıldızdır. Sümer piktograflk yazısında, yıldız işareti An, "gökler" ve "ilahi varlık" veya "tanrı" (An'dan gelen) anlamına da gelir. Sembolün bu dört katlı anlamı; yazı Sümer piktografik biçiminden Akkad çivi yazısına, oradan da stilize Babilce ve Asurcaya doğru değiştiği çağlar boyunca aynen kaldı.


En eski zamanlardan çivi yazısı tamamen ortadan kalkıncaya kadar, yani M Ö. dördüncü bin yıldan neredeyse İsa'nın zamanına dek, bu sembol tanrı adlarının öncesine kondu; metinde adı yazanın bir ölümlü değil, göksel kökenli bir ilâh olduğunu belirtmekteydi.

Anu'nun mekânı ve krallığının merkezi göklerdeydi. Kişisel öğüt veya iyiliğe ihtiyaç duyduklarında veya aralarındaki bir tartışmayı yola koymak için bir meclis olarak toplandıklarında veya büyük kararlar alacaklarında diğer Gök ve Yer tanrılarının gittiği yerdi burası. Sayısız metin Anu'nun sarayını (büyük kapılarını bir Hakikat Ağacı tanrısı ve Hayat Ağacı tanrısı korumaktaydı), tahtını, diğer tanrıların ona nasıl yaklaştıklarını ve onun karşısında nasıl oturduklarını anlatır. Sümer metinleri, sadece diğer tanrıların değil, bazen seçilmiş fanilerin de, çoğunlukla ölümlülükten kurtulma amacıyla Anu'nun mekânına gitmelerine izin verildiğini anlatırlar. Böyle bir hikâye, Adapa ("insan'ın modeli") ile ilgilidir. Adapa, öylesine mükemmel ve kendisini yaratmış olan tanrısı Ea'ya öylesine sadıktır ki, Ea, onun Anu'ya götürülmesini ayarlar. Ea daha sonra Adapa'ya kendisini nelerin beklediğini anlatır:
Adapa,
Kral Anu'nun önüne çıkacaksın;
Göklere giden yolu tutacaksın.
Göklere yükseldiğinde,
ve Anu'nun kapısına yaklaştığında,
"Yaşamın Taşıyıcısı" ve "Hakikati Büyüten"
Anu'nun kapısında duruyor olacaklar.

Yaratıcısının kılavuzluğu ile Adapa "Göklere doğru gider... Göklere yükselir ve Anu'nun kapısına yaklaşır." Ama kendisine ölümsüz olma şansı önerildiğinde, Adapa Hayat Ekmeğinden yemeyi reddeder; öfkeli Anu'nun kendisine zehirli yiyecek sunduğunu sanmıştır. Böylece mesh edilmiş bir rahip ama hâlâ ölümlü biri olarak Dünya'ya geri döner.

Sadece tanrıların değil, seçilmiş ölümlülerin de göklerdeki İlâhî Mekâna yükselebileceği yolundaki Sümer iddiası; Eski Ahit'teki Enok ve İlyas Peygamberin göklere yükselişlerini anlatan hikâyelerde yankılanmaktadır. Anu, bir Göksel Evde yaşıyor olmasına karşın, Sümer metinleri onun ya büyük bunalımlar veya törensel ziyaret (bunlarda kendisine eşi ANTU da eşlik eder) zamanlarında veya (en azından bir kere) büyük büyük kız torunu İN.ANNA'yı Dünya'daki eşi yapmak üzere Dünya'ya indiğini bildirmektedir.

Dünya'da kalıcı olmadığından, kendi şehri veya kült merkezi üstünde ona seçkinlik vermeye de gerek yoktu anlaşılan; onun için dikilen mekân veya "yüksek ev" Uruk'ta (İncil'deki Erek), yani tanrıça İnanna'nın nüfuz alanındaydı. Uruk'un kalıntıları içinde bugüne dek kalan kocaman bir insan yapımı tepe vardır; arkeologlar burada yüksek bir tapınağın defalarca inşasına dair kanıtlar bulmuştur: Anu'nun tapınağı; burada en az on sekiz katman veya belirgin evre keşfedilmiştir. Bu da bu kutsal bölgedeki tapınağın bakımını zorunlu kılan nedenlerin varlığını göstermektedir.

Gün ışığına çıkarılan yüz binlerce kadim tanrı betimlemesi arasında hiçbiri Anu'yu göstermiyor. Ancak yine de o, antik çağlardan günümüze dek var olan her kralın her portresinden ve her heykelinden bizlere bakıyor gibi. Zira Anu sadece Büyük Kral, Kralların Tanrısı değildi, başkaları ancak onun lütfu sayesinde kral olabiliyordu. Sümer geleneğine göre, hükümdarlık Anu'dan akar; ve krallık teriminin karşılığı Anutu'dur ("Anu-luk"). Anu'nun nişanı tiara (ilâhî başlık), asa (kudret sembolü) ve (çobanlar tarafından sağlanan korumayı sembolize eden) baston idi. Artık çoban bastonu kralların ellerinden ziyade piskoposların elindedir. Ama taç ve asa, insanoğlunun bazı tahtlarda bıraktığı krallarca tutulmaktadır hâlâ.

Peki Anu Dünya'da kalıcı değilse Nerede yaşamaktadır?

Sümerlilere göre Anu hükümdar olarak Göksel Ev'de yaşamaktadır. Sadece çeşitli metinlerde arada bir yapılan göndermeler değil, ayrıca "tanrı listeleri" de aslında "saf yer"in tahtında Anu'dan önce gelen hanedanın yirmi bir ilâhî çiftini sayar.

Anu bizzat büyük bir şatafat ve debdebe içindeki bir tahtta oturmaktadır. Gılgamış'ın bildirdiği (ve Hezekiel Kitabının onayladığı) gibi, burası tamamen yarı değerli taşlardan oyulmuş yapay bir bahçesi olan bir yerdir. Anu burada resmî eşi Antu ve altı cariyesi, (on dördü Antu'dan doğan) seksen evlâdı, bir Başbakan, üç Mulardân (roket gemilerden) sorumlu Komutan, iki Silahlardan sorumlu Komutan iki Büyük Yazılı Bilgi Üstadı, bir Maliye Bakanı, iki Baş Yargıç, iki "sesle etkileyen"
ve beş asistan kâtibi olan iki Baş Kâtip ile birlikte oturmaktadır.

Mezopotamya metinleri sık sık Anu'nun evinin muhteşemliğinden, onun kapısını koruyan tanrılardan ve silâhlardan söz ederler. Adapa'nın hikâyesi şöyle der: Adapa'ya bir şem sağlayan tanrı Enki daha sonra;

Ona Göğe giden yolu gösterdi,
ve o da Göğe çıktı.
Göğe yükseldiğinde,
Anu'nun Kapısına yaklaştı.
Tammuz ve Gizzida muhafızlık yapıyordu,
Anu'nun Kapısında.

İlâhî silâhlar ŞAR. UR ("kraliyet avcısı") ve ŞAR.GAZ ("kraliyet katili") ile korunan Anu'nun taht odası Tanrıların Meclisinin toplanma yeriydi. Böyle durumlarda içeri girme ve yerleşme sırasını düzenleyen sıkı bir protokol uygulanıyordu:

Enlil Anu'nun taht odasına girer,
sağ tacın yerinde oturur,
Anu'nun sağında.
Ea (Enki) [Anu'nun taht odasına] girer,
kutsal tacın yerinde oturur,
Anu'nun solunda.


Kadim Yakın Doğu'nun Gök ve Yer tanrıları sadece göklerden gelmekle kalmayıp, Göksel Ev'e de dönebiliyorlardı. Anu arada bir devlet ziyareti için Dünya'ya inerdi; İştar en azından iki kez Anu'ya gitmişti. Enlil'in Nippur'daki merkezi "bağ gök-yer" olarak donatılmıştı. Şamaş, Kartallardan ve roket gemilerin fırlatma alanından sorumluydu. Gılgamış Ebediyet Yerine çıkmış ve Uruk'a dönmüştü; Adapa da bu yolculuğu yapıp, anlatmak üzere geri gelmişti.

Göksel Ev'deki Anu'nun Kapısını gösteren bir Asur betimlemesi; bizim Güneşimiz ve gezegenleri gibi göksel bir sistemle ilgili kadim aşinalığı onaylamaktadır:


Kapının iki yanında iki Kartal vardır; Göksel Ev'e ulaşmak için onların hizmetine gerek duyulduğunu belirtir. En üstün ilâhî amblem olan Kanatlı Küre kapıyı işaret eder. İki yanında yedi adet göksel sembol ve hilâl vardır; bunlar (bize göre) iki yanında Enlil ve Enki olan Anu'yu temsil etmektedir.

Bu sembollerce temsil edilen gök cisimleri nerededir? Göksel Ev nerededir? Kadim ressam başka bir betimleme ile cevap verir; ışınlarını, kendisini çevreleyen on bir küçük gök cismine uzatan büyük bir gök cismi ile. Bu, on bir gezegenin çevrelediği bir Güneş'in temsilidir.

Bunun tek temsil olmadığı, silindir mühürler üstündeki diğer betimlemeler ile gösterilebilir; meselâ Berlin'deki Kadim Yakın Doğu Müzesindeki mühür gibi:



Berlin mührünün ortasındaki tanrı veya gök cismi büyütüldüğünde, bunun on bir gök cismiyle çevrelenmiş büyük, ışınlar saçan bir yıldızı betimlediğini görebiliriz. Bunlar da, 24 daha küçük küreden oluşan bir zincirin üstündedirler. Bizim güneş sistemimizdeki gezegenlerin "aylarının" veya uydularının (gökbilimciler çapı on altı kilometre veya daha az olanları saymazlar) sayısının da tam
24 olması sadece bir rastlantı mıdır?

Şimdi, burada, şüphesiz ki bir Güneş ve on bir gezegen gösteren bu betimlemelerin bizim güneş sistemimizi temsil ettiğini iddia etme tuzağına düşülebilir zira bilginlerimiz bize, Dünya'nın bir parçası olduğu gezegensel sistemin Güneş, Dünya ve Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton'dan oluştuğunu söylemekteler. Bu, bir Güneş ve (Ay da sayıldığında) sadece on gezegen eder.

Ama Sümerlilerin söylediği bu değildi. Sistemimizin Güneş ve (Ay da sayılarak) on bir gezegenden oluştuğunu iddia ediyor ve bugün bildiğimiz gezegenlere ek olarak, güneş sisteminin on ikinci üyesinin de olduğu fikrine sıkı sıkıya bağlıydılar; yani, Nefilimlerin evi olan gezegen.

Nefilimlerin evi olan gezegen ise bizim Planet X olarak bildiğimiz Sümerlilerin Nibiru, Babillilerin Marduk dediği gezegendir... Bugünlerde keşfedilmeyi bekleyen Nibiru 3600 yıllık eliptik yörüngesiyle Güneş Sistemimizin onuncu ve en uzak gezegenidir...



Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Ninmah



Sümer ve Akkad yazıtlarında ismine en çok rastlanılan tanrıçalardan biridir. Şifa Prensesi ve Bilim Kadını olarak tanınmasına karşın o, Nibiru'nun Büyük Kralı Anu'nun kızıdır ve Dünya'daki en güçlü tanrıçalardan biridir. Hemen hemen her mitolojideki ana tanrıça karakteridir. Mısırlılarda Hathor, Akkadca da Ninhursag ve Ninti olarak bilinmektedir.



Anu'nun Dünya ile ilişkilendirilen iki oğlu iki kızı tabletlerde karşımıza çıkmaktadır. Oğulları Enlil ile Enki, kızları ise Ninmah ve Bau'dur.  
  

Anu'nun iki oğlundan ikincisi olan Enlil, Anu'nun tahttaki ardılı olarak Nibiru Meclisince tanınmıştır. Bu yüzden üvey kardeşi Enki ile sürekli çekişmeleri her mitolojide kendisine yer bulmuştur. Ninmah ise bu çekişmede bazen Enki'nin bazen Enlil'in tarafında yer almıştır. Ancak genel itibariyle onun tarafsız bakış açısı tüm anunnaki liderleri tarafından kabul edilmiştir. Bu yüzden de en çok saygı duyulan tanrıçadır.


Nibiru Atmosferinde meydana gelen ve bizim ozon tabakası sorunumuza benzer olan bir sorun gezegenin geleceğini tehdit eder hale geldiğinde bu sorunun çözümü Dünya'da çokça bulunan Altın Madeni sayesinde başarılmıştır. Altın madenleri için Dünya'da bir koloni kurulması gündeme geldiğinde ise Ninmah M.Ö. 400 Bin dolaylarında görev almak için Dünya'ya gelmiştir. 

Enlil Dünya'daki ilk zamanlarında Mezopotomya'da beş şehir kurmuş ve bu şehirlerden Şurubak olrak bilinen şehri Ninmah için tahsis etmiştir. Şurubak tam teşekküllü bir şifa şehri haline gelmiştir.

 

Sonrasında Ninmah ve şifa ekibi için Baalbek şehrindeki Sedir Ormanlarında bir laboratuvar kurulmuştur. 



Enlil ve Ninmah Aşkı:

Enlil Dünya'ya geldiğinde bekar bir prenstir ancak üvey kardeşi de olan Nibiru'nun Bilim Kadını ve Şifa Prensesi olan Ninmah ile büyük bir aşk yaşamıştır. Bu aşkın meyvesi olarak ta Ninurta doğmuştur. Büyük kral Anu, zamanında Ninmah'ın Enki ile evlenmesini istemiş ancak Ninmah, Enlil ile aşk yaşayıp krala karşı çıkınca Ninmah'a evlilik yasağı getirilmiştir. Ninmah'ın diğer adları Ninhursag ve Hathor'dur. Sonrasında Enlil, Ninmah'ın şifa hemşirelerinden biri olan Ninlil ile evlenince bu aşk tamamen bitmiştir. 

Sitchin'e Göre Ninmah:

Sümer metinlerine göre, insanoğlu, Enki tarafından icat edilen işlemler ve formülleri izleyen Ninhursag tarafından yaratılmıştır. O, baş hemşireydi; tıbbî işlemlerden sorumlu olandı; bu rolüyle tanrıça NİN.Tİ ("yaşam- hanım") diye adlandırılmıştır.



Bazı bilginler Adapa (Enki'nin "model insan"ı) kelimesinde, İncil'deki Adama"yı veya adamı görürler. Sümerce Tİ'nin çift anlamı da İncil'le paralellikler gösterir. Zira ti hem "yaşam" hem de "kaburga" anlamına gelir, böylece Ninti'nin adı hem "yaşam hanımı" hem de "kaburga hanımı" anlamındadır. Anlamı "yaşam" olan İncil'deki Havva, Âdem’in kaburgasından yaratılmıştır; böylece Havva da bir bakıma bir "yaşam hanımı" ve bir "kaburga hanımı"dır.

Tanrılara ve insanoğluna yaşam veren olarak Ninhursag'dan Ana Tanrıça diye söz edilir. Takma adı "Mammu"dur; bu, anne anlamına gelen İngilizce "mom" veya "mamma" kelimelerinin arasıdır. Sembolü ise "kesici" idi; antik çağlarda ebelerin doğumdan sonra göbek bağını kesmede kullandıkları araç.

Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Enki



M.Ö. 432 Bin dolaylarında, Enki beraberindeki elli kişilik astronot grubu ile Dünya’ya inmiştir. Dünya’ya ilk ayak basan kişi olan Enki denize indiği için mitolojide kendisine balık adam olarak yer edinmiştir.

Sümer ve Akkad yazıtlarında Enlil'den sonra ismine en çok rastlanılan tanrıdır. Büyük bir bilim adamı ve deha olarak tanınmasına karşın o, Nibiru'nun Büyük Kralı Anu'nun oğludur ve Dünya'daki en güçlü ikinci tanrıdır. Her mitolojide kardeşi Enlil ile birlikte en büyük tanrı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunanlılarda Poseidon, Türklerde Erlik, Mısırlılarda Ptah, İranlılarda Ehrimen olarak bilinmektedir.


Anu'nun Dünya ile ilişkilendirilen iki oğlu iki kızı tabletlerde karşımıza çıkmaktadır. Oğulları Enlil ile Enki, kızları ise Ninhursag olarak bilinen Ninmah ve Bau'dur.  
  

Anu'nun iki oğlundan ikincisi olan Enlil, Anu'nun tahttaki ardılı olarak Nibiru Meclisince tanınmıştır. Bu yüzden Enki'nin üvey kardeşi Enlil ile sürekli çekişmeleri her mitolojide kendisine yer bulmuştur.


Nibiru Atmosferinde meydana gelen ve bizim ozon tabakası sorunumuza benzer olan bir sorun gezegenin geleceğini tehdit eder hale geldiğinde bu sorunun çözümü Dünya'da çokça bulunan Altın Madeni sayesinde başarılmıştır. Altın madenleri için Dünya'da bir koloni kurulması gündeme geldiğinde ise Enki M.Ö. 432 Bin dolaylarında 50 kişilik astronot grubuyla Dünya'ya gelmiş ve ilk Dünya Kenti Eridu'yu kurmuştur. 



Dünya'da Anu tarafından görev dağılımı için zar atılınca kendisine Denizler ile Madenler, babası Anu'ya Nibiru Krallığı ve kardeşi Enlil'e Dünya Liderliği düşmüştür. O günden sonra Denizlerin Efendisi olarak bilinegelmiştir.

Enki ve Oğulları

Enki, Damkina ile evli olmasına karşın bir çok cariyeden veya ilişkiden bir çok çocuk sahibi olmuştur. Enki'nin aşkları tabletlerde büyük yer tutmaktadır. Enki'nin bilinen altı erkek çocuğu bulunmaktadır. Bu çocuklardan ilki eşi Damkina'dan doğan Marduk'tur. Diğer çocukları ise Thot, Dumuzi, Nergal, Ninagal ve Gibil'dir. Thot, Enki ile Ereşkigal ilişkisinden doğmuştur. Dumuzi ise Enki ile Ninsun ilişkisinden doğmuştur.



Sitchin'e Göre Enki:

Sümer'in üçüncü Büyük Tanrısı, Anu'nun bir diğer oğludur; iki adı vardır: E.A ve EN.Kİ. Erkek kardeşi Enlil gibi o da bir Gök ve Yer tanrısıdır; yani aslında göklerde olan ve Dünya'ya inmiş olan bir ilâh. 

Onun Dünya'ya gelişi, Sümer metinlerinde, İran Körfezi'nin sularının günümüzde olduğundan çok daha fazla karanın içinde olduğu, ülkenin güney kesimini bir bataklık hâline getirdiği bir zamanla ilişkilendirilir. Ea (bu isim kelimenin tam anlamıyla "ev- su" anlamına gelir), usta bir mühendistir; kanalların inşasını, nehirlerin bentlenmesini ve bataklıkların kurutulmasını plânlamış ve gözetmiştir. Bu suyollarında, özellikle de bataklıklarda yelken açmayı severdi. Sular, adının da belirttiği gibi, gerçekten de onun eviydi. "Büyük evi"ni, bataklıkların tam sınırında kurmuş olduğu şehirde, pek uygun biçimde HA.A.Kİ ("su balıklarının yeri") adı verilen ve E.Rİ.DU ("uzağa gitme evi") diye de bilinen şehirde inşa etmişti. 

Ea, "Tuzlu Suların Efendisi" idi, yani denizlerin ve okyanusların. Sümer metinleri tekrar tekrar üç Büyük Tanrının âlemleri kendi aralarında bölüştükleri çok eski bir zamandan söz ederler. "Denizler Enki'ye verildi, Dünya Prensi'ne", böylece Enki de "Apsu'nun ("Derinler"in) hükümdarlığını" aldı. Denizlerin Efendisi olarak Ea uzak diyarlara, özellikle de Sümer'e değerli metallerin ve yarı değerli taşların getirildiği yerlere yelken açan gemiler inşa etti. En eski Sümer silindir mühürleri Ea'yı bazen içinde balıklar da bulunan akan derelerle çevrelenmiş biçimde betimler. Mühürler Ea'yı, burada da görüldüğü gibi, Ay ile (hilâl ile belirtilir) ilişkilendirir; belki de Ay'ın denizlerdeki gelgite sebep olması olgusundan kaynaklanan bir ilişkilendirmedir bu. Ea'ya NİN.İGİ.KU ("parlak gözlü efendi") sıfatının verilmesinin nedeni de hiç şüphesiz böylesi bir göksel imgedir.



Aralarında Ea'nın ta kendisi tarafından yazılmış gerçekten şaşırtıcı bir otobiyografi de bulunan Sümer metinlerine göre, Ea göklerde doğmuş ve Dünya üstünde herhangi bir yerleşim veya uygarlık olmazdan çok önce Dünya'ya inmiştir. "Ülkeye yaklaştığımda, çokça sel vardı" diye belirtir. Daha sonra ülkeyi yerleşilebilir hâle getirmek üzere kendi tarafından girişilen bir dizi faaliyeti anlatır: Dicle Nehri'ni taze, "yaşam veren sularla" doldurdu; Dicle ve Fırat'ta yol alınabilmesi için kanalların inşasına göz kulak olmak üzere bir tanrı atadı; bataklıkları çer çöpten temizledi ve onları balıklarla doldurdu, onları her türden kuş için bir barınak yaptı ve kullanışlı inşa malzemesi olan kamışların oralarda büyümesini sağladı.

Denizlerden ve nehirlerden kuru toprağa dönen Ea "sabanı ve pulluğu yönlendirenin... kutsal saban izlerini açanın... ağılları kuranın... ahırlar inşa edenin..." kendisi olduğunu iddia etti. Devamında, (bilginler tarafından "Enki ve Dünya Düzeni" diye adlandırılan) bu kendine özgü metni, Dünya'ya tuğla yapımını, konutlar ve şehirleri inşa etmeyi, metalürji ve benzeri sanatları getiren olarak bu tanrıyı tanımlar. İlâhı, insanlığın en büyük koruyucusu, uygarlığı ortaya çıkaran tanrı olarak betimleyen birçok metin, ayrıca onu tanrılar meclisinde insanoğlunun başkahramanı olarak da resmeder. İncil'deki tarifin kaynağı olması gereken Sümer ve Akkad Tufan metinleri, Ea'yı Tanrılar Meclisinin kararına karşı koyarak güvendiği bir takipçisinin (Mezopotamya "Nuh"u) felâketten kaçmasını sağlayan bir tanrı olarak betimler. 

Gerçekten de, (Eski Ahit gibi) bir tanrı veya tanrıların insanı şuurlu ve kasıtlı bir fiil yoluyla yarattığı inancına bağlı olan Sümer ve Akkad metinleri, Ea'ya anahtar bir rol verirler: Tanrıların baş bilimcisi olarak, insanın yaratılacağı metodu ve işlemi belirleyen odur. İnsanın "yaradılışına" veya ortaya çıkışına böylesine aşina olunca, tanrıların insanoğlundan "ebedî yaşamı" saklama kararlılığına karşı koyarak, Adapa'yı, yani Ea'nın "bilgeliği"nce yaratılan "model insan"ı Anu'nun göklerdeki mekânına yönlendirenin Ea olmasına şaşmamak gerekir. 

Ea, yaratılışında bir rolü olduğu için mi insanın yanındaydı; yoksa daha öznel sebepleri mi vardı? Kayıtları taradıkça, Ea'nın hem fâni hem de ilâhi meselelerdeki karşı çıkışlarının, değişmez bir şekilde, çoklukla Enlil'den kaynaklanan engelleyici karar ve plânları hedef aldığını görmekteyiz.

Kayıtlar, Ea'nın erkek kardeşi Enlil'e duyduğu yakıcı kıskançlığın göstergeleri ile doludur. Gerçekten de, Ea'nın diğer (ve belki de ilk) adı EN.Kİ ("Dünyanın efendisi")'dir ve dünyanın üç tanrı arasında bölüşülmesi ile ilgili metinler, bunun pekâlâ Ea'nın Dünya hükümdarlığını erkek kardeşi Enlil'e kaptırdığı bir kura olabileceğini ima etmektedir.

Tanrılar el sıkıştılar,
Zar attılar ve bölüştüler.
Sonra Anu, Göğe çıktı;
Enlil'e, Dünya verildi,
Bir çemberle kapanan denizler,
Onlar Enki'ye, Dünya Prensine verildi.

Ea/Enki bu kuranın sonuçlarından dolayı kırgın olabilirdi ama çok daha derin bir gücenikliği beslemiş gibi görünmektedir. Sebebi, otobiyografisinde Enki tarafından belirtilmiştir: İlk doğanın Enlil değil, kendisi olduğunu iddia eder, dolayısıyla Anu'nun bariz vârisi olmaya hakkı olan da Enlil değil, kendisidir:
"Babam, evrenin kralı,
beni evrene getirdi...
Ben bereketli tohumum,
Büyük Vahşî Boğa'nın saçtığı;
Ben, Anu'nun ilk doğan oğluyum.
Ben, tanrıların Büyük Kardeşiyim...
Ben, doğmuş olanım.
İlâhî Anu'nun ilk oğlu olarak."

Kadim Yakın Doğu'daki insanların uyduğu yasalar tanrılar tarafından verilmiş olduğundan, insanlara uygulanan toplumsal ve ailevî yasaların, tanrılara uygulananın kopyaları olduğunu düşünmek mantıklıdır. Mari ve Nuzi gibi sit alanlarında bulunan mahkeme ve aile kayıtları; İbrani ataların uyduğu İncil dönemi gelenek ve törelerinin, kadim Yakın Doğu'nun her yanında kralları ve asilleri de bağladığını teyit etmektedir. Eski Ahit'teki ataların karşılaştığı veraset sorunları, dolayısıyla öğretici bir yan taşımaktadır.

Karısı Sara'nın görünüşteki kısırlığı sebebiyle çocuktan yoksun olan İbrahim, hizmetçisinden bir erkek çocuk sahibi olur. Ama oğulları (İsmail), Sara'nın İbrahim’den bir oğlan, İshak'ı doğurmasıyla atasal silsileden dışlanır.
İshak'ın karısı Rebeka ikizlere gebedir. Teknik olarak ilk doğan Esav'dır, kızıl, tüylü bir oğlan. Esav'ın topuğuna tutunarak doğan Yakub daha hoştu, Rebeka onu pek sever. Yaşlanan ve yarı kör olan İshak ahdini ilân etmek üzereyken Rebeka verasetin Esav'a değil de Yakub'a kalması için bir hile yapar.

Son olarak, Yakub'un veraset sorunları da Rahel ile evlenmek üzere Laban'a yirmi yıl hizmet etmesine karşın, Laban'ın onu ilk olarak Rahel'in ablası Lea evlenmeye zorlamasından kaynaklanmıştı. Yakub'un ilk doğan oğlu (Ruben) Lea'dandır; Yakub'un Lea ve iki cariyesinden daha birçok oğlu ve bir kızı da olur. Ancak Rahel kendi ilk doğan oğlunu (Yusuf) nihayet doğurduğunda, Yakup onu kardeşlerine yeğ tuttu. 

Böylesi töreleri ve veraset kanunlarını dikkate aldığında, kişi Enlil ve Ea/Enki arasındaki çatışan iddiaları anlayabilir. Her türlü kaydın gösterdiği gibi Anu ve resmî eşi Antu'nun oğlu olan Enlil, yasal ilk doğandır. Ama Enki'nin, "Bereketli tohum benim... Anu'nun ilk doğan oğlu benim" diye haykırışı bir gerçeği belirtiyor olmalıdır. Acaba, Anu'nun sadece bir cariye olan bir tanrıçadan doğan oğlu muydu? İshak ve İsmail'in ya da Esav ve Yakub adlı ikizlerin hikâyesi, Göksel Ev'dekine pekâlâ paralel olabilirdi.

İncil'de geçen Havva, Cennet Bahçesindeki yılan veya Tufan gibi birkaç hikâyenin Sümer versiyonları, Enki'nin erkek kardeşinin emirlerine karşı koyduğu durumları içermektedir.

Sümer metinlerine göre, insanoğlu, Enki tarafından icat edilen işlemler ve formülleri izleyen Ninhursag tarafından yaratılmıştır. O, baş hemşireydi; tıbbî işlemlerden sorumlu olandı; bu rolüyle tanrıça NİN.Tİ ("yaşam- hanım") diye adlandırılmıştır.



Bazı bilginler Adapa (Enki'nin "model insan"ı) kelimesinde, İncil'deki Adama"yı veya adamı görürler. Sümerce Tİ'nin çift anlamı da İncil'le paralellikler gösterir. Zira ti hem "yaşam" hem de "kaburga" anlamına gelir, böylece Ninti'nin adı hem "yaşam hanımı" hem de "kaburga hanımı" anlamındadır. Anlamı "yaşam" olan İncil'deki Havva, Âdem’in kaburgasından yaratılmıştır; böylece Havva da bir bakıma bir "yaşam hanımı" ve bir "kaburga hanımı"dır.

Tanrılara ve insanoğluna yaşam veren olarak Ninhursag'dan Ana Tanrıça diye söz edilir. Takma adı "Mammu"dur; bu, anne anlamına gelen İngilizce "mom" veya "mamma" kelimelerinin arasıdır. Sembolü ise "kesici" idi; antik çağlarda ebelerin doğumdan sonra göbek bağını kesmede kullandıkları araç.