19 Mart 2016 Cumartesi

Yusuf'un Mühendislik Dehası ve Yedi Yıllık Kıtlık Efsanesi (sechaber)



Yusuf’un hüzün dolu hayat hikâyesi Tevrat-Yaradılış kitabının 37-50. Bölümler arasında kadar detaylıca anlatılmıştır.

Bu hikâye Yakup’un on iki oğlundan en sevdiği olan Yusuf’un on yedi yaşında ne kadar iyi biri olduğunun anlatımıyla başlar. Gerilim, dram ve bilim kurgu tadında bir filmi andıran bu anlatımYusuf’un yüz on yaşında ölmesiyle son bulur. İtiraf edeyim ben bu kadim metni okurken sanki Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okuyor kadar etkilenmiştim. Özellikle Yusuf Mısır valisi olduktan sonra kardeşleriyle tekrar buluştuğu ama kardeşlerinin kendisini tanımadığı o anlarda doğal anlatımın da etkisiyle duygusal bir bağ kurabilmiştim kendisiyle.

Herkesin bir şekilde bir tarafından bildiği bu öyküde ne vardı söyle bir hatırlatıp asıl konuya geçeyim:

Yusuf çok iyi ve çok yakışıklıdır. Babası, kardeşleri arasında en çok Yusuf’u sever ve bu yüzden diğer kardeşler onu kıskanır. Bir zaman sonra Yusuf, rüyasında, Güneş, Ay ve on bir yıldızın önünde eğildiğini görür ve bunu kardeşlerine anlatır. Tabi ki daha çok nefret ederler kardeşler ve sonunda Yusuf’u bir kuyuya atarlar, oradan geçen bir kervan onu bulur ve köle olarak satmak için Mısır’a götürür. Mısır’da firavunun görevlisine satılır. Yusuf çok zekidir ve bir süre sonra efendisinin işlerini yürütmeye başlar. Çok yakışıklı olduğundan efendisinin karısı Yusuf’la birlikte olmak ister. Yusuf kabul etmeyince de kadın ona iftira atar ve bu talihsiz gence zindan yolu görünür. Hapishanede kaldığı müddetçe rüya tabircisi olarak ünlenir. Bir gün firavunun rüyasını yorumlaması için firavunun huzuruna çıkartılır. Firavunun rüyasından yedi yıl sürecek bolluğun ardından yedi yıl sürecek kıtlığın geleceğini öngörür. Bu yorumdan çok etkilenen firavun Yusuf’u tüm Mısır’a vali yapar. Hikâyenin devamında Yusuf yedi yıllık bereket döneminde toplanan tahılları depolayıp kıtlık zamanı için bir kenarda saklama planını devreye sokar. Böylece diğer her yerde yedi yıl boyunca kıtlık yaşanırken Mısır’da buğday vardır. Bu hikâyenin tamamını merak edenler yukarıda belirttiğim Tevrat’ın ilgili metinlerinden okuyabilirler.

Peki, Yusuf diye biri gerçekten yaşadı mı yoksa yukarıdaki öykü bir saçmalık mıydı?

Bilim dünyası bu konuyu hiç sorgulamaz bile direkt saçmalık der çıkar işin içinden. Din kısmından ise olay tamamen doğru kabul edilir ama; orada da sorgulanmaz. Ben ise Göktürk olarak araştırmacı bir kişiliğim ve o yüzden de olayı enine boyuna sorgulayacağım.



Şimdi Tevrat’ı inanç kitabı olarak değil ama tarih yazıcılığının bir ürünü olarak kabul edenler için bu olaya mantıksal düzlemde bir bakalım:

Mısır gibi bir yerde on dört yıl boyunca yiyecek depolamak imkânsızdır. Böyle bir ambarda yenilebilir tahıllar yerine, böcekler ve haşereler tarafından yenilmiş ve çürümüş tahıllar olurdu ancak. Yani tahıl depolamak kısmı bu açıdan mantıksız görünmektedir ama başka bir yaklaşımla olayı mantıklı hale getirebiliriz. Nasıl mı? Tahılları değil Nil’in suyunu depolayarak…

Mısır, Nil’in evladıdır. Nil nehrinden bir buçuk kilometre uzaklaştığınızda, bir anda çölde bulursunuz kendinizi. Sulama kanalları ve hendekler nehrin yaşam veren sularını nehrin iki kıyısı boyunca içeri doğru biraz genişletmektedir; geri kalan her yer çölden ibarettir.

Nil’in suları dönem dönem güçlü ya da zayıf akıntı düzeyi oluşturmaktadır. 1960’larda bir baraj yapma fikri ortaya çıktığında yapılan araştırmalar ilginç bir gerçeği ortaya koydu: Nil’in suları yalnızca yıllık olarak yükselip alçalmakta kalmıyor, aynı zamanda yedi yıllık bir devre içerisinde de alçalıp yükseliyordu. 1971 de tamamlanan bu baraj, suların arttığı zamanlarda suyu tutup akışın zayıf olduğu dönemde yavaşça boşaltacak bir göl görevi görüyordu.

Acaba Yusuf’un hikâyesindeki yedi yıllık bolluk dönemi suların kabarması, bunu izleyen yedi yıllık kıtlık dönemi de suların azalması olabilir miydi? Böyle bir durumda tahılların depolanması mı mantıklıydı, yoksa baraj mantığıyla suların depolanması mı? Bu konu üzerine düşünenlerden Zecheria Sitchin ve Cope Whitehouse’nin görüşleriyle devam edelim yolumuza.

Whitehouse 1860’larda bu konuya kafa yorarken Memfis’in yaklaşık doksan km güneybatısında kalan büyük, canlı bir tarım bölgesini keşfeder. Çölün ortasındaki bir vahayı andıran bu bölgenin adı El-Feyyum’dur. Bu bölgenin ortasındaki Karun Gölü, tamamıyla çorak bir bölgede ve Nil’den otuz yedi km uzakta olmasına rağmen sularını Nil’den almaktadır. Peki, ama nasıl?



Gölü ve kıyılarını inceleyen Whitehouse kadim su bentlerinin, iskelelerin ve diğer anıtsal yapıların kalıntılarını keşfeder. Araştırmalarına devam ederken çok ilginç bir bilgiyle karşılaşır.İskenderiyeli Batlamyus tarafından yapılan haritalara dayanan orta çağ Mısır haritalarında El-Feyyum bölgesinin bir değil iki göl içerdiğini bulur: Karun Gölü ve ondan daha büyük olan Moiris Gölü.



Araştırmaları zamanla yok olan Moiris Gölünün üzerinde yoğunlaşmışken cevaba Heredot aracılığıyla bir adım daha yaklaşır. Heredot bu ikinci gölün insan eliyle yapıldığını yazar ve şu soruyu sorar: Doğal El-Feyyum çukuru bir yapay göl oluşturmak için kullanmışsa peki buMoiris Gölü’nün mühendisi kimdir? Göl nasıl suyla dolu tutulmuştur?



Heredot bunu şöyle açıklamıştır: “Korkunç derecede çorak bir yerdir, gölü besleyecek kaynak yoktur, suyu bir kanal yoluyla Nil’den alır. Bu öyle bir büyük göldü ki çevresi üç bin altı yüz stat çeker.” Kadim Moiris Gölünü besleyen bu kanal bugün bile kısmen mevcuttur. İste burada bir ipucuyla karşılaşıyoruz: Yöre halkı bu kadim kanala “Bahr Yusef” demektedir yani “Yusuf’un Su Yolu.”

Whitehouse burada görüsünü netleştirir ve 1883 yılının Nisan ayında Kahire’deki Hıdivi Coğrafya Derneğinde bilim dünyasına sunar:

Ona göre; Yusuf besleyici kanallar kazmış ve adına Arapça Alfyum denilen bir yapay göl oluşturmuştur. Böylece burası bin gün yeri yani El-Feyyum olarak o günden bugüne kadar bilinegelmiştir.

Peki, Whitehouse haklı mıydı?

Yusuf gerçekten yaşamış bir tarihi kişilik miydi ve bir mühendislik dehası sayılabilecek yapay göl ve suyu Nil’den oraya taşıyacak kanallar inşa etmiş miydi?

Yusuf üzerine yapılan yüzlerce araştırmadan biri de Sitchin’e aittir. Sitchin bulgularına dayanarak onun doğum yılını M.Ö. 1870 olarak bulmuştur. Bu araştırmaları merak edenler Tanrıların ve İnsanların Savaşları kitabında ayrıntılı şekilde bulabilirler. Şimdi bir hesap yapacak olursak Tevrat’a göre Yusuf Mısır valisi olduğunda otuz yaşındadır. Yani M.Ö.1840 yılında yapılmaya başlanmıştır bu dev proje diyebiliriz.

M.Ö.1840 yılında Mısır’da böyle bir proje yapıldıysa muhakkak Mısır kayıtlarında da bilgi olmalı diyoruz ve şimdi asıl soruyu soruyoruz:

O sırada firavun kimdi ve böyle bir projenin bir kaydı var mıydı?
Mısır kayıtlarına göre cevap III. Amenemhet.



Kendisi, M.Ö. 1842 yılında tahta çıkmış ve M.Ö. 1797 tarihinde ölümüne dek hüküm sürmüştür. Şimdi sıkı durun, Mısır kayıtları açık biçimde El Feyyum bölgesine sulama sistemlerinin geliştirilmesini ona atfetmektedir. Daha da ilginci Karun gölünün tam ortasında firavunun normal ölçülerinden büyük yapılmış iki adet heykel bulunmaktadır. Yine El Feyyum bölgesinin Mısır’ın tahıl ambarı haline gelişi, özellikle taze sebzeleri, meyveleri ve balıklarıyla ünlenişi bu firavun dönemindedir.

III. Amenemhet suyla o kadar ilişkilendirilmiştir ki; sfenksi andıran heykelinde aslan yelesi yerine balık desenleriyle betimlenmiştir.



Şimdi de son bombayı patlatalım: Bu firavun iki piramit yaptırmıştır birisi Deşhur yakınındayken diğeri El Feyyum’daki Hawara’dadır. Yani insan eliyle yapılmış gölün hemen yakınında. Gölden otuz kilometre uzakta olan bu piramidin girişinden aşağıya doğru inen birkaç basamaktan sonrası sularla doludur. Bu piramide gelen su ise Yusuf’un su yolu dedikleri kanaldan gelmektedir. Piramit yer altı kanalıyla Yusuf’un su yoluna bağlanır. Mısır tarihi uzmanı Sir Flinder Petrie Hawara Piramidi üzerine sıra dışı bir bilgi de vermektedir: İçteki odalara aşağıya doğru değil, piramidin içinde yukarı doğru yükselen ve giriş düzeyinin üstünde kalan gizli basamaklardan ulaşılmaktadır.

Peki, bu ne demek?

Piramidi inşa edenler bu gizli odaları bilerek su düzeyinin üstünde inşa etmişlerdir. Demek ki en baştan da suyu getirenler onlardır.



Özetle; geçmişe doğru çıktığımız bu yolculukta eğer önermeler doğruysa Tevrat’ta yazan firavun III. Amenemhet’tir ve tahta çıkışının ikinci senesinde Yusuf’u Mısır’a vali yapmıştır.Yusuf ise kıtlık için dâhiyane bir çözüm bulmuş ve Nil’in suyunu yedi yıllık bol akışlı döneminde El-Feyyum bölgesinde bir yapay göl yani Moiris Gölü’nü oluşturup orada toplamıştır. Bu sayede bölge, Nil’in sularının azaldığı yedi yıllık kıtlık döneminde tahıl ambarı olarak hizmet vermiş, Mısır’ı kıtlıktan kurtarmıştır. Şimdilerde çöl kendisine ait olanı geri almış ve göl çok küçülmüştür; Yusuf’un Su Yolu’ndan da bir bölümü kalmıştır…

Son olarak Yusuf’un hikâyesinin günümüze kadar yansımalarına hızlıca bakalım:
Yusuf kardeşleriyle barışır ve babası Yakup ile tüm ailesini Mısır’a taşır. Yakup’un diğer adı İsrail olduğundan İsrail ve oğulları Kenan topraklarından ayrılır Mısır’a yerleşir, diyebiliriz. Mısır’da çoğalmaya başlarlar. Yusuf ölüp de başka firavunlar başa geçince İsrailoğulları’nın keyifli yaşamları da sonra erer. Bir müddet sonra firavunların sertleşmeleriyle tüm İsrailoğlulları köle olarak çalıştırılır. Dört yüz yıl devam eden bu kâbus Musa’nın gelmesiyle başka bir boyut kazanır. Bir milyondan fazla İsrailli Kenan illerine dönmek için yola çıkar. Tevrat’ta uzun uzun anlatılan bu göçteki maceraları yaşarlar ve sonunda da dönerler. O gün bugündür tarih yazıcıları olanı biteni kaydederler…
Teşekkürler efendim. Yüreğinize sağlık

Bu yazı www.sechaber.com için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.

http://www.sechaber.com.tr/yusufun-muhendislik-dehasi/

4 Mart 2016 Cuma

Doğu ile Batının Bitmeyen Mücadelesi, Truva Savaşı ve Atatürk (sechaber)



1922 de ise Başkumandanlık Meydan Savaşını kazanan Atatürk yanındaki subaya “TRUVALI HEKTOR’un öcünü aldık.“(1) demiştir. Burada ne anlatmak istemiştir? Acaba Homeros’un İlyada’sından mı etkilenmiştir yoksa temelinde doğu ile batının ebedi savaşına mı vurgu yapmıştır?

“Gelecek, geçmişin içinde saklıdır” diyerek ve günümüz siyasetini de anlayabilmek derin tarihe doğru bir yolculuk yapalım:

Batının doğuya cevabı: Mondros Ateşkes Antlaşması “Agamemnon” adlı savaş gemisinde imzalanıyor

Peki, Agamemnon kimdir?

Truva Savaşını yöneten Yunan Başkomutanıdır yani batının asli temsilcisidir. Antlaşma Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. İşte batının Anadolu’ya bakışı burada net bir şekilde görülüyor. Yani Atatürk aslında “Hektor’un öcünü aldık.” derken batıya cevap veriyordu. Şimdi biraz daha geriye gidelim.

Fatih’te İstanbul’u fethettikten sonra “Hektor’un Öcünü Aldık.” Diyor.

1453’te kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Sultan İkinci Mehmet’ten ‘Troyalıların Prensi’ şeklinde söz etmiştir. (2) Deneme türünün babası sayılan Montaigne ise, Fatih Sultan Mehmet’in Papa İkinci Pius’a yazdığı mektupta ‘İtalyanlarla aynı kökten olduğumuz ve onlar gibi Hektor’un öcünü almak hakkımız olduğu halde, İtalyanların bize düşmanca davranmalarına ve Rumları korumalarına şaşıyorum’ yazmıştır.

Fatih’in Trabzon seferinden döndükten sonra Çanakkale’ye geldi ve atını Truva’ya doğru sürdüğü, Çanakkale’ye Troya’nın bulunduğu bölgeye gelerek o büyük savaşın kahramanlarına övgüler düzdüğü ve Yunanlılardan “Hektor’un öcünü aldım.” dediği tarihçi Kritopulos tarafından anlatılır. (3)

Şimdi çok daha geriye gidelim.

Büyük İskender, Hektor’u öldüren Aşil’i anmak için Truva’da.

Fatih’ten yaklaşık 1750 yıl önce ve Truva Savaşından 1000 yıl sonra M.Ö. 4. Yüzyılda İskender Truva’ya gelir. Doğunun en büyük imparatorluğu Pers ordularını yenilgiye uğratmak, Hindistan’a dek tüm Asya topraklarını ve Mısır’ı fethetmek üzere on beş bin kişilik ordusuyla Yunanistan’dan yola çıkan Büyük İskender ordusuyla Çanakkale Boğazını geçerek Truva’ya ulaşmış ve ilk iş olarak Athena’nın Tapınağına gitmiştir. Sonra AŞİL’in mezarına bir çelenk bırakmıştır. Athena, Aşil’e hamilik eden tanrıçaydı. İskender şehrin ünlü kralı Priam’a da biat etmeyi unutmamış, ona bin davar kurban etmiştir.

Şimdi de Truva Savaşına kadar gidelim. Gerçekten Anadolu halklarının topyekün savunması mıydı yoksa sadece bir kent savunması mıydı?

Agamemnon diyor ki: “Tüm Anadolu toplanmış gelmiş o yüzden dokuz yıldır alamıyoruz…”

Yunan ordularının başkomutanı Agamemnon topladı kendisine bağlı tüm kralları ve dedi ki:
“Akhalarla Troyalılar namusumuzla ant içsek, iki yanı da bir bir saysak, Troyalıları yurtlarında toplasak bir araya, biz Akhalar onar onar sıra olsak, her sıraya bir şarap sunan düşer Troyalılardan düşe düşe, üstelik boşta kalır bir hayli sıra. İşte böyle diyorum ben size, şu ildeki Troyalılardan Akhaoğulları işte bu kadar çok. Ama çoğu illerden kargı atan adamlar yardıma gelmişler, benim bakımlı İlyon’u almama engel olan onlar işte…” (4) Agamemnon haksız sayılmazdı. Homeros, Agamemnon’la birlikte gelen bin gemi dolusu askerin nerelerden geldiğini tek tek sayar sonra da karşısında Truvalıları anlatır. Bende İlyada’dan devam edeceğim için yazının devamında bilgiye kurgu da ekleyelim dedim. Yer isimlerini günümüzdeki isimleriyle güncellediğimi de belirteyim.



Anadolu Truva’ya destek için akın akın geliyor.

Hektor büyük bir endişeyle gelen bin gemiyi düşünüyordu. Truva’yı korumak demek tüm Anadolu’yu korumak demekti. Bunun Hektor kadar Anadolu halkları da farkındaydı ve evlerini, yurtlarını, eşlerini, çoluk çocuklarını bırakmış Truva’yı korumak için gelmişlerdi.
Truva’nın tam önünde, ovanın dört bir yanından çıkılan Batieia adında sarp bir tepe vardır. Hektor işte o tepede topladığı liderlerin önünde ayağa kalktı ve konuşmaya başladı:
“Dostlarım bu savaş Anadolu’nun ölüm kalım savaşıdır. Sizler destek için geldiniz. Afrodit, Apollon ve Ares bizim tarafımızda olmasaydı bu kuşatma dokuz yıl sürmez; çoktan eşlerimiz, çocuklarımız, geleceğimiz Akhaların kılıçlarıyla yok olur giderdi…
Tanrıların desteğinin yanında sizlerin bugüne kadar ki göstermiş olduğunuz büyük kahramanlığın devamı bizleri, Troya’yı yaşatacaktır. Hepinizi bir bir onurlandırmak istiyorum gelecek nesiller bilsin diye, torunlarımızın torunları tanısın diye korumak için Anadolu’yu kimler savaştı kimler öldü.
Troyalılar benim emrimdedir ve savaşın sonuna kadar emrimde kalacaktır. Ey Afrodit’in ölümlü Ankhises’ten oğlu Aineias’ın komuta ettiği Dardanelliler bu zamana kadar şehri çok iyi savundu ve sonuna kadar direnecektir.
Sonra Gönen Sarıköylüler gelir; başlarında Pandaros vardır, Apollon kendi yayını vermiştir ona…
Lapseki, Karaaören, Eceabat’ta oturanlar gelir sonra, Tanrısal Arisbe’nin yurttaşları, başlarında Hyrtakes’in oğlu erlerin başbuğu Asios vardır, Çanakkale Çayı kıyılarından, Arisbe’den kocaman kızıl atların getirdiği Hyrtakesoğlu Asios.
Biga, Küreci, Çamyurt civarlarında Apaisos ülkesinde oturanlar gelir sonra, başlarında kendirden zırh giymiş Adrestos’la Amphios var. Perkoteli Mereops’un oğludur ikisi de. Mereops bilirdi falcılığı herkesten çok iyi, istememişti gitmelerini öldürücü savaşa ama alıkoyamadı oğullarını bir türlü, onları kara ölüm tanrıçaları sürüklüyordu.
Akamaslı yiğit Perioos var Trakyalıların başında, hızla akan Meriç Nehri çevirir topraklarını…
Kargıcı Boru Gölü ile Meriç Nehri arasında yaşayan kahraman Kikonlaların komutanıdır Euphemos, tanrıların beslediği Keadasoğlu Troizenos’un oğlu…
Pyraikhmes komuta eder kıvrık yaylı Panionlara, onlar ta uzaklardan gelmişler, Amydon’dan, uzun kıyılarından Vardar Nehrinin. Vardar Nehri yayılır tatlı bir suyla toprağa…
Erkek yürekli Pylaimenes komuta eder Paphlagonialılara, gelmişler yabankatırlarıyla ünlü Enetlerin yurdundan, Kastamonu Cide’de, Amasra’da otururlar. Parthenios Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını Kurucaşile, Hisarköy Çakraz’dır.
Odios’la Epistrophos komuta eder Alizonlara, ta uzaktan gelirler, gümüşün yurdu Alybe’den
Balıkesir ve Bandırmalıların başında Khromis’le bilici Ennomos var, biliciliği kurtaramaz onu kara ölümden, çevik ayaklı Aiakos’un torunu öldürecek onu, nasıl öldürecekse birçok Troyalıyı ırmak başında…
Phorkys’le tanrıya benzer Askanios yönetir Phrygialıları, uzak İznik Gölünden gelmişlerdir onlar, savaşa girmek için yanıp tutuşurlar.
Mesthles’le Antiphos’tur Manisalıların önderi, Marmara Gölü tanrıçasıyla Talaimenes’in oğullarıdır ikisi de. Buyururlar Manisa Bozdağ’ın eteğinde büyümüş Manisalılara…
Nastes, kaba konuşan Karialıların başında yürür, Milet’te otururlar, yaprağı bol Beşparmakdağlarında, yüksek doruklu Dilek Dağının eteğinde. Önderleri Amphimakhos’la Nastes’tir. Nomion’un iki alımlı oğlu.
Muğlalılara Sarpedon’la kusursuz Glaukos komuta eder, gelmişler uzak Muğla ülkelerinden, anaforlu Fethiye’den gelmişler.
Bunun dışında her bir vilayetten savaşa katılan gönüllüler vardır aramızda…
Daha gelecek olanlarda var ey dostlarım. Amazonların kraliçesi Penthesilea gelecek daha. Uzaklardan ta Kızılırmak’ın denize döküldüğü yerden Samsundan yola çıkmış on iki yoldaşıyla, sabırsızca bekleriz bu tanrıça ruhlu savaşçıları… “ (5)
Hektor Anadolunun ve Trakyanın çeşitli yerlerinden gelmiş olan her bir lideri tek tek onurlandırdıktan sonra ertesi günkü savaşı ve planları anlattı. Uzun sürecek bu savunmanın en önemli savaşıydı belki.

Amazonlar Kraliçesi Samsunlu Penthesilea Truva’da

Penthesilea, şehre adımını attığında acılardan inleyen Anadolu’yu gördü. Her bir sokakta yaralananları ve büyük bir kaygıyla ölülerine ağıt yakanları gördükçe içini büyük bir sıkıntı kapladı. On iki yoldaşıyla Kızılırmak’tan Truva’ya at sırtında gelmişlerdi. Truva’nın dokuz yıllık savunması sonucundaki halini gördüğünde bunca yolun yorgunluğu hiç aklına gelmedi. Karşısında ölümünü bekleyen bir kent vardı.
Her tarafı silahlarla dolu zırhının içindeki bedenini saran deri onun muhteşem güzelliğini gizliyordu. Kahverengi gözleri hafif buğulanmıştı ama gizlemeye çalışıyordu atıyla Truva sokaklarında ilerlerken. Az ileri de bir asker gördü ve yanında durdu. Hızlı bir şekilde atından indi ve başlığını çıkardı. O sırada dalgalı simsiyah saçları omzunun üstünü çoktan örtmüştü bile. Karşısındaki asker çok kez duyduğu ama ilk kez gördüğü bu kadın savaşçının etkisinden kurtulamamış ağzı açık bakıyordu. Penthesilea hiç vakit kaybetmeden sorusunu sordu: “Ben Amazonların kraliçesi Penthesilea, buraya savaşçılarımla birlikte size destek için geldik. Bizi hemen Hektor’un yanına götürür müsün?” Asker hala ağzı açık şekilde bakıyordu. Penthesilea anladı ki konuştuğu dili anlamamıştı bu asker. Hemen Priam, Hektor isimlerini söyleyip eliyle bizi onlara götür şeklinde işaretler yaptı. Bu sırada asker bilmediği bir dilde onu cevapladı. Bu sırada arkalardan bir amazon bu dili bildiğini söyleyerek yanlarına geldi ve konuşmaya başladı bu askerle..
Az sonra askerle konuşması bittiğinde Penthesilea’ya dönerek askerin Larissa’dan geldiğini ve kendisi gibi Larissa’dan gelen Pelasg soylarının tamamına yakınının öldüğünü söyledi. Liderleri Hippothoos’ta ölenler arasındaydı. Bandırmalıların başındaki Ennomos, Miletlilerin başındaki Amphimakhos’un da öldüğünü eklemişti asker.
Penthesilea daha fazla dayanamadı ve sorusunu tekrarladı: “Priam? Hektor? Bizi karşılamasını beklediğimiz kral ve prens neredeler sor bakalım…”
Asker beni takip edin şeklinde bir el hareketi yaptı ve atına atladı. Amazonlarda atlarına binip takip etmeye başladılar. Biraz sonra Truva’nın tam ortasındaki sarayın önüne gelmişlerdi. Her tarafta dua eden kadınlar, ağlayan çocuklar ve yaralıları pansuman eden hemşireler vardı. Penthesilea atından indiği gibi merdivenlerden tırmanmaya başladı. Saray’dan içeri girdiğinde herkesin ağladığını fark etti. Hemen önüne gelen bir kadına Kral Priam ya da çok yakın dostu Hektor’u sordu. Kadın ileri doğru işaret yaptı. Penthesilea koridoru takip ederek ana salona ulaştığında Kral Priam’ı ve çevresindekileri görebildi sonunda. Arkasındaki on iki amazonla birlikte salona girdiklerinde herkes oturduğu yerden kalktı. Büyük bir hüzün olduğu belli oluyordu ama ortada farklı bir durum var diye düşündü içinden Penthesilea. Kral Priam’ın önüne geldiğinde kral zor da olsa ayağa kalktı ve önünde saygıdan eğilen amazonlar kraliçesine doğru adımını attı. Sonrada eğilmiş olan bu kızı doğrultarak ona çok içten sarıldı. Sarıldığı anda da ağlamaya başladı. Kral Priam’ın hıçkırıklarıyla salondaki herkes ağlamaya başladı. Penthesilea ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama konuşacak anı bir türlü yakalayamıyordu…
Az sonra Priam tekrar yüzüne baktı kadının ve konuşmaya başladı: “Seni çok büyük bir heyecanla bekledi. Sendeki tanrıça ruhunun Truva’yı kurtaracağına çok inanıyordu. Geldiğinde kurban etmek için yüz davar bile hazırlamıştı. Seni görmeyi gerçekten çok istiyordu. Ancak üzgünüm kızım. Seni karşılamaya gelemedi… Aşil aldı oğlumun gözlerindeki parıltıyı, Hektor’um dün öldü kızım.”
Penthesilea bu haberi duyduğunda dolan gözlerine hakim olamadı. O bir savaşçıydı ve hayatında duygulara yer yoktu ama şimdi yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Koluyla gözlerindeki yaşı sildikten sonra çekti kılıcını ve yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Ben Penthesilea, Ares ile Otrera’nın kızı, Hippolyta, Antiope ile Melanippe’nin kız kardeşi ve bir Amazon kraliçesiyim. Geyik avlarken, bir hata sonucu, kardeşim Hippolyta’yı mızrakla öldürdükten sonra tek isteğim ölmek olmuştu. Ben buraya ölmeye geldim ancak size söz veriyorum ki ölürken Aşil’i de yanımda götüreceğim. Onun ölümü benim elimden olacak…”




Aşil, Penthesilea’yı öldürüyor.

Aşil, savaşta Hektor’dan sonra da birçok insan öldürmüştü. Sonunda kendisine meydan okuyan biri daha olduğunu duydu. Savaş alanına gittiğinde bu başlığından gözleri dışında bir yeri görünmeyen bu savaşçının kendi arkadaşı Telamonian Ajax’la çarpıştığını gördü. Biraz izledi bu mücadeleyi. Gayet iyi dövüşüyordu bu savaşçı ve Hektor’un öcünü almak için bu savaştaydı ama Aşil’e meydan okumuştu, onunla dövüşmesi gerekiyordu. Çarpışmanın tam ortasında Aşil araya girdi ve adamına oradan uzaklaşmasını işaret etti. Meydanda iki kişi kalmıştı şimdi. Aşil ve Penthesilea. Uzun bir çarpışma yaşandı aralarında ancak Aşil rakibinin göğüslüğüne vurduğu bir darbeyle Penthesilea’yı devirdi, ani bir hamleyle de soktu kalbine kılıcını. Aşil bu savaşçının kim olduğunu öylesine merak etti ki ilk işi yerde yatan savaşçının miğferini çıkarmak oldu. O anda kahverengi gözler ve simsiyah saçlarıyla Penthesilea’nın güzelliğini gördü ve çok şaşırdı. O an büyük bir aşkla baktı ona, yüreği daraldı. Dünya durmuştu Aşil için, içi pişmanlık ve üzüntüyle dolmuştu. Amazonların kraliçesi bedenini Truva’da bırakmıştı Hektor gibi…

Son

Atatürk’ten geriye doğru 3200 yıllık yolculuğumuz burada bitti. Şimdi tekrar Başkumandanlık Meydan Muharebesine gelelim. Mustafa Kemal yanındaki subaya der ki: “Hektor’un öcünü aldım.”

Aslında Atatürk sadece Hektor’un değil Amazonlar Kraliçesi Samsunlu Penthesilea‘nın, Truva Kralı Priam’ın, Gönenli Pandaros’un, İznikli Askanios’un, Manisalı Mesthles’le Antiphos’un, Kastamonulu Adrestos’la Amphios’un, Trakyalı Perioos’un ve tüm diğer Anadolu halklarının öcünü almıştır.

Doğu ile batının savaşı günümüzde de tüm şiddetiyle devam etmektedir. O yüzden şimdilerde kim Hektor, kim Aşil adına çalışıyor, kim Truva Atı? Bunu da okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Ne demiştik; gelecek, geçmişin içinde saklıdır, görebilene… (7)

Gök Türk


Kaynaklar:
Sabahattin Eyüboğlu ‘Mavi ve Kara’
Terence Spencer, Turks and Trojans in the Renaissance
http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/anadolu/truva.htm
Homeros, İlyada s.27
Homeros, İlyada s.49-52
https://tr.wikipedia.org/wiki/Penthesilea
http://gokturkramu.blogspot.com.tr/2015/06/truva-savas-buyuk-iskender-fatih-sultan.html

Bu yazı www.sechaber.com için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.

http://www.sechaber.com.tr/truva-savasi-ve-ataturk/

3 Mart 2016 Perşembe

Son Çağrı - Anunnakilerle Temas Kitabı İçin Değerlendirme - Tülay Saylık Çekal



Son Çağrı – Anunnakilerle Temas kitabımın ardından..

Sevgili Gök Türk kardeşim, seni tanıdığım yıllarda kalabalıklar içinde kendi girdabımda dönüp duruyordum ve üstelik bunun farkında bile değildim. Bazen birinin küçük bir dokunuşu girdaptan çıkış için sebep olur, sonra her şey kendi hızında kendi yolunda kendi sakinliğinde akmaya başlar. Benim içinde sen sebep olmuştun. Sonrasında çok fazla okudum ve araştırdım. Hatta bazen kitabının kahramanları gibi her duyduğum kelimeyi internet üzerinden saatlerce araştırdığımı hatırlıyorum. 

Tüm bunlar kendi adıma bir aydınlanma uyumlanma süreciydi diyebilirim. Değişen ilgi alanım yeni farkındalıklar oluşturdu, üstelik hiç de yalnız olmadığımı gördüm bir çok güzel insanla tanıştım sayende. 

Birleştirici aydınlık karakterin, samimi dostluğun, kibirsiz bilgi birikimin, paylaşmayı seven yüreğin ve dürüst, mütevazi, güvenilir insanlığın ile benim için çok değerlisin, öncelikle seni tanımış olmak benim için en değerli kazanım sevgili Gök Türk kardeşim.. Sonra iki kitabına sahip oldum.. Amon Ra kitabın elime geçtiğinde Önsöz sanki bana hitap ediyor gibiydi, kitap harikaydı. Ardından seminerlerin müthiş bilgi yüklüydü, uzayla yeniden tanıştım adeta. Verdiğin bilgilerin hiç biri masal değil hepsi araştırılmış kaynağı belli kayıtlı bilgilerdi, tek tek araştırılarak okuyucu tarafından da bulunabilirdi. Araştırmaların o kadar iyi incelemeler yapılmış ve bilgiler bir araya getirilmişti ki halk olarak ben arkeoloji, mitoloji ve uzay biliminin harmanlanarak halk dilinde bana sunulduğuna tanıklık ettim. Asla sıkıcı olmayan merak uyandırıcı bir akışla, bir belgesel gibi bilgi içeren serüven dolu bir romandı okuduğum.

Ayrıca bunca senedir seni takip eden biri olarak senden edindiğim tüm bu bilgileri, öğrendiklerimi çevremdeki insanlara aktarabilmek anlatabilmek paylaşmak istiyordum ama ben ne bilim adamıydım ne edebiyatçıydım ne de öğretmendim; bu yüzden de algıladığım gibi aktarabilmem mümkün olmadı. Son Çağrı kitabın sevgili Gök Türk kardeşim, işte tam da bu ihtiyacıma cevap olmuş, müthiş akıcı giden bu kitap tüm o bilgileri içinde barındırıyor ve müthiş bir kurguyla günümüz içerisindeki konusuyla okuyucuyu bilgilendiriyor.Mutlaka herkesin okuması gereken bir kitap olmuş.

İlginç bir tesadüf olarak, Deniz’in Çanakkale Truva, Assos gezisini okuduğum bölümlerde tam da o bölgedeydim, kitaptaki o havayı aynen soludum ve hatta o antik taşlara, üzerinde bir şey görür müyüm acaba diye, bakış attım. Aslında sık sık oralara gitmeme rağmen hiç böyle bakmamıştım kalıntılara ve artık hiç bir şey eskisi gibi değildi benim için.

Kitabın bana sorarsan, hazır olan, yolu sevgiden geçen herkes için bir uyanış kitabı olacaktır, aynen kitapta söylediğin gibi “Gerçekleri ve olacakları, ancak bütünsel ve özgür düşünce ile bakanlar görebilir.” 

Bu kadar özgürlük kelimesinin uçuştuğu günümüzde, insanların özgür iradeleri ile seçebileceği doğrular, en kirlilikten arındırılmış haliyle sunulmuş Son Çağrı kitabında Gök Türk kardeşim, seni kutluyorum, kitabının, zamanı gelenler için, insanlık medeniyetinin ilerlemesinde belki insanlar için küçük ama insanlık için dev bir adım olması yönünde aydınlatıcı katkı sağlamasını, çok çok kitlelere ulaşmasını diliyorum. Ve yine söylemeden edemeyeceğim, bir gün bu konuların anlatıldığı bir film yada bir dizi izleyeceğiz mutlaka, diliyorum ki orada senarist olarak senin adın, senin kitabın yazıyor olur, bunu hak ettiğini düşünüyorum.. 

Yolun açık olsun Son Çağrı Anunnakilerle Temas..

Tülay Saylık Çekal 02.03.2016 - 05.02