26 Aralık 2015 Cumartesi

Sümer'den SMS Var... Anunnaki'den Sevgilerle...



Avusturya'da ortaya çıkarılan 800 yıllık nesnenin cep telefonuna benzerliği şaşırttı. UFO uzmanları, nesneyi uzaylıların getirmiş olabileceğini iddia etti

Avusturya'da yapılan bir kazı çalışmasında 13'üncü yüzyıla ait olduğu tahmin edilen bir nesne bulundu. Oyulmuş taştan yapılma nesnenin günümüzde kullanılan cep telefonlarının ilk örneklerine olan benzerliği herkesi şaşırttı.

Üzerinde hatları oldukça belirgin şekilde ekranı, kontrol tuşları ve rakamlara benzeyen bazı sembollerin yer aldığı 12 tuşun kazılı olduğu nesne, kafalarda soru işaretleri yarattı. Bazı UFO teorisyenleri, bulunan tarihi nesnenin o dönemde uzaylılar tarafından getirilmiş olabileceğini iddia etti. Dünya çapında üne sahip UFO uzmanı Daniel Munoz ise nesnenin üzerindeki tuşların üzerine kazınan sembollerin, Sümer çivi yazısı olduğunu tespit etti. Daha çok Mezopotamya'nın Irak-Suriye bölgesinde görülen Sümer eşyalarının Avusturya'ya nasıl ulaşabileceği ise merak konusu oldu. Tarihçiler, milattan önce 3 binli yıllarda Mezopotamya'da hüküm süren Sümerlere ait eşyaların o dönemki ticaret koşullarıyla dünyanın çeşitli yerlerine iletilmiş olmasının mümkün olduğunu kaydetti. Nesnenin 800 yıllık olduğunu doğrulayan Munoz, işlevinin ise telefon olup olmayacağı konusunda yorum yapmadı.

http://www.haber3.com/800-yillik-cep-telefonu-bulundu-3752810h.htm#ixzz3vSYe55WB

18 Ekim 2015 Pazar

İlahi Sırların Koruyucusu Thot ve Kayıp Sırlar Kitabı



Thot’un Sümer dilindeki adı olan “Ningişzidda” Ağacın Efendisi / Yaşamın Eseri anlamına gelmektedir. Thot her iki uygarlıkta da kesin bilimlerin ilahi sırların koruyucusudur. Bunlar arasında babası Ptah/Enki’ye de hizmet vermiş olan genetik ve biyotip sırlarda vardır. Güçleri Thot’a bahşedilen gizli bilgiler Mezopotomya sanatında ve tapıncında ifadesini bu tanrının birbirine dolanmış yılanlar sembolüyle betimlenişinde kendini bulmaktadır. Bunun çift sarmallı DNA’yı temsil eden sembol olduğu, tıp ve şifanın amblemi olarak günümüze dek gelmiş bir sembol olduğu zaten bilinmektedir.



Kadim Mısır’dan kalan resimli betimlemeler Ptah / Enki’nin oğlu olan Thot’un bu biyolojik-genetik süreçlerden haberdar olduğunu ve genetikle ilgili becerilerine bunları uyguladığını işaret etmektedir. Abidos’ta bulunan ve Firavun I. Seti’nin Osiris rolünü oynadığı sahneleri içeren bir duvar resmi Thot’u, ölen tanrıya yaşamı(Ankh Sembolü) geri verirken ondan iki ayrı DNA iplikçiği alırken göstermektedir.


Ölüler Kitabı’nda yer alan ve bu olayın ardından Horus’un doğuşunu konu alan bir betimlemede ise Thot’a yardım eden iki doğum tanrıçasının ayrı birer DNA iplikçiği tuttuklarını görürüz. DNA’nın çift sarmalı birbirinden ayrılmıştır, yalnızca bir iplikçik yeni doğan Horus’u tutarken gösterilen İsis’inkiyle birleştirilmiştir.



Mısırlıların “Nefesler Kitabı” dedikleri bir derlemenin Mısır’da ilahi yazıcı olarak hürmet gören Thot tarafından yazıldığı kitabın sonundaki bir ibarede yer almaktadır. “Büyücülerin Hikâyeleri” adlı başka bir Mısır metninde Thot tarafından cezalandırıldıkları için yaşayan ama hareket edemeyen kral ve kraliçenin “Tanrı Thot’un kendi elleriyle yazdığı kitabı” bir yeraltı odasında koruduğu anlatılmaktadır. Bu kitabın içinde güneş sistemini, astronomi ve takvimleri ilgilendiren sırlar açıklanmaktadır. Bu “kutsal yazılarla yazılmış kadim kitapları” arayan kişi yer altı odasına girdiğinde bu kitabın “adeta Güneş oraya vurmuşçasına ışık yaydığı” görecektir.


Aynı konu M.Ö. üçüncü yüzyıla tarihlenen bir mezarda keşfedilmiş bir papirüs(Kahire 30646) üzerinde anlatılan “Satni-Khamois’in Mumyalarla Maceraları” adlı kadim Mısır hikâyesinde de geçmektedir. Bu metin bir büyü, gizem ve macera hikâyesidir; büyülü sayı elli iki, Thot ve takvimin sırları arasında ilişki kurmaktadır. Bir yılın Thot’un en sevdiği sayı olan elli ikiye nasıl bölündüğünü öğretmektedir.

Hikayenin kahramanı Satni, bir firavunun oğludur ve her konuda çok iyi eğitilmiştir. Genç adam o zamanlar başkent olan Memfis’te gezinmeyi adet edinmişti. Tapınak duvarları ve steller üzerindeki yazıları okumakta, eski büyü kitaplarını araştırmaktaydı. Vaktiyle Satni, Mısır üzerinde eşi benzeri olmayan bir büyücü olur. Bir gün gizemli bir adamla karşılaşır ve adam ona Thot’un kendi eliyle yazmış olduğu bir Sırlar Kitabı’nın içinde saklı olduğu bir mezardan söz eder. Sırlar Kitabı’nda dünyanın tüm gizemleri, gökyüzünün sırları, güneşin doğuşları, Ay’ın görünüşleri ve Güneş’in çevresinde dolanan gezegenlerin hareketlerini anlatan ve bunun gibi çok önemli ilahi bilgiler yer almaktadır. Bu mezarı bulmayı kafasına koyan Satni uzun süre devam eden araştırmalarının sonucunu alır. Söz konusu mezar daha eski bir firavunun oğlu olan Nenoferkeptah’a aittir. Satni mezarın yerini aynı yaşlı adama sorar ve öğrenir. Ancak yaşlı adam Satni’yi, Nenoferkeptah’ın mumyalanmış olmasına rağmen ölü olmadığı ve ayağının altına sokulmuş olan Sırlar Kitabı’nı almaya cesaret edeni Thot’un alaşağı edebileceği konusunda uyardı. Buna rağmen Satni yolundan şaşmadı ve mezarı buldu. Mezarın başında bir formül okuyunca bir boşluk açıldı ve Satni bu boşluktan aşağıya indi.

Mezarın içine giren Satni, Nenoferkeptah’ı, eşini ve onların oğullarının mumyasını gördü. Thot’un Sırlar Kitabı gerçekten de Nenoferkeptah’ın ayağının dibindeydi ve “sanki güneş orada parlıyormuşçasına bir ışık yayıyordu.” Satni ona doğru bir adım attığında kadının mumyası konuştu ve onu daha fazla ilerlememesi için uyardı. Satni’ye o kitabı ele geçirmek için Nenoferkeptah’ın yaşadığı maceraları anlattı; Thot’un Sırlar Kitabı en dıştakiler bronz ve demirden yapılma bir dizi başka kutunun içinde olan bir gümüş kutu içindeki bir altın kutuya konmuştu. Yapılan uyarılara kulak asmayıp tüm engellerin üstesinden gelen Nenoferkeptah kitabı bulup ele geçirmiş; o ve ailesi Thot tarafından hemen orada geçici olarak canlılığını kaybetmekle lanetlenmişlerdi. Canlı olmalarına rağmen mumyalanmışlardı ve mumyalanmış olmalarına rağmen görebiliyor, duyabiliyor ve konuşabiliyorlardı. Kadın Satni’ye kitaba dokunursa Thot’un lanetine uğrayacağını söyleyerek uyardı.

Uyarılar ve daha önceki kralın başına gelenler Satni’nin gözünü korkutmadı. Buraya kadar gelmişti ve kitabı ele geçirmeye kararlıydı. Ona doğru bir adım daha attığında bu kez Nenoferkeptah’ın mumyası konuştu. Thot’un gazabına uğramadan kitabı ele geçirmenin bir yolu daha olduğunu anlattı. Bu “Thot’un büyülü sayısı” olan elli iki oyununu oynayıp kazanmaktı. Kadere meydan okuyan Satni bunu kabul etti. İlk eli kaybetti ve kendisinin yarı yarıya toprağa gömülmüş buldu. Sonraki ve sonraki eli kaybettikçe giderek daha çok gömülüyordu. Sonunda kitabı almayı başardı ama sonunda kitabı geri getirmek zorunda kaldı. Kitapla birlikte kaçmayı nasıl başardığı, bunun sonucunda ne belalarla karşılaştığı ve sonunda kitabı saklandığı yere nasıl geri götürdüğüne ilişkin heyecanlı öyküyü merak edenler metnin tamamını okuyabilir.

Thot’un astronomi ve takvimle ilgili sırları elli iki oyununu içermektedir. Yılın yedi günlük elli iki haftaya bölünmesi, Jübileler ve Hanok Kitabındaki yalnızca 364 günden oluşan garip bir yılla sonuçlanması hep Thot ile ilişkilidir.



Orta Amerika’da da durum pek farklı değildir. Mayalar, Aztekler, Toltekler ve Olmekler üç takvime sahiptiler. Bunların ikisi döngüseldi, Güneş’in ve Ay’ın ve Venüs’ün döngülerini ölçmekteydiler. Diğeri ise kronolojikti. Belirli bir başlangıç noktasından “Sıfır Noktası”ndan başlayarak geçen zamanı ölçmekteydi. Bilginler bu uzun sayış takviminin başlangıç noktasının Batı takvimine göre M.Ö. 3113’e denk geldiğini belirlediler ama bu başlangıç noktasının anlamını bilmemektedirler. Bize göre Thot'un Mısır'dan Orta Amerika'ya hicretinin yılıydı bu tarih. Orta Amerika halklarının büyük tanrısı Ouetzalcoatl’ın anlatımı olan tüylü yılan veya kanatlı yılan esasında Mısır’da çok iyi bilinmektedir. Thot gibi Ouetzatcoatl da tapınak inşaatı, sayılar, astronomi ve takvim sırlarını iyi bilen ve öğreten tanrıdır. Orta Amerika’nın diğer iki takvimi de Mısır bağlantısı için ve Ouetzalcoatl’ı Thot olarak teşhis etmek için ipuçları önermektedir. Bu takvimlerin en önemli sayıları olan 13,20 ve 365 sayıları her 18 980 günde bir hariç tekrarlanmazlar ve bu da elli iki yıl anlamına gelmektedir.

Elli iki yıllık bu büyük devre Orta Amerika’nın tüm halkları için kutsaldı ve onlar bunu hem geçmişin hem de geleceğin olaylarına bağlamaktaydılar. Bu sayı bu topraklara doğu denizlerinin öte yakasından gelmiş olan Orta Amerika’nın büyük ilahı Ouetzalcoatl’ın (Tüylü Yılan) gittiğinde elli iki yıllık kutsal döngünün “1 Kamış” yılında geri geleceğine ilişkin and içmesiyle de ilişkilendirilmiştir. Hristiyan takviminde buna denk gelen yıllar M.S. 1363- 1415 – 1467 ve 1519 idi. En sonuncu tarih Ouetzalcoatl gibi açık tenli ve sakallı olan İspanyol Kortez’in tam da Meksika kıyılarında ortaya çıktığı yıldı. Dolayısıyla onun karaya çıkışı Azteklerce “Geri Dönen Tanrı” kehanetinin gerçekleşmesi olarak görülmüştü. Bu nokta da Thot’un Dönüşü başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.


Kısaca bizi okyanusun ötesine, Amerika kıtasına dek götüren ve Stonehenge bilmecesine geri döndüren; insanoğlu tarafından kaydedilmiş ilk Yeni Çağa yol açan ve bunun sonucunda ortaya çıkan olayların üstündeki perdeyi aralayan büyülü sayıdır elli iki.



Sümer’de, Güney Amerika’da, Orta Amerika’da, Britanya Adalarında, Karadeniz kıyılarındaki Dacia’da, İsrail’in Golan Tepelerindeki tüm “taş çemberlerin” amacı sadece ay yılını güneş yılına uydurmak veya Dünya zamanını hesaplamak değil de esasen Göksel Zamanı, Zodyak çağlarını hesaplamak değil miydi?



Amerikalılar nasıl ki Thot’u “Ouetzalcoatl” olarak benimsediler, Yunanlılar da “Hermes” olarak benimsemişler ve ona “üç kez en büyük” anlamına gelen Hermes Trismegistus unvanını vermişlerdi. Belki de onun Boğa, Koç ve Balık olarak bilinen Yeni Çağları gözlemlerken insanoğluna üç kez yol göstermiş olduğunun farkındaydılar. İnsanoğullarının nesilleri için zaman işte o zamanlar Thot’un yardımıyla başlamıştı.

Belki bir gün birisi "Thot’un izniyle" Thot'un Sırlar Kitabına erişir ve de dünyamıza hem elli iki sayısını hem de kitaptaki tüm gizemleri açıklar. Belli mi olur diyorum ve yazımı bitiriyorum.

Not: Israrla Thot'un Kuran'daki İdris ile aynı kişi olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Bu doğru değildir. Thot bir tanrı yani anunnakidir, İdris ise insandır. İdris'in kim olduğunu merak edenler için onu da söyleyeyim: Hanok, Enok, Enoch olarak bilinen peygamberdir...

16 Ekim 2015 Cuma

İnanna - Dumuzi Aşkı ve Bilinmeyen Aşık Enkimdu




Amon Ra yazılırken yüzlerce kadim tableti okudum inceledim. Kadim bilgileri toplayarak ve derleyerek günümüz araştırmacılarının yorumlarıyla yoğurdum. Bu sayede hem Nibirulu bir anunnaki prensi olan Marduk / Amon Ra nın hayatını yazdım hem de dünyanın dört yüz elli bin yıllık tarihine bir kapı araladım. Tabiki de Amon Ra nın içinde tüm bilgileri bulmak mümkün değil. Sonuçta kazılardan çıkarılmış beş yüz bin tablet bulunmakta ve her birine ulaşmak mümkün değil, yine her tabletin içeriğinin yazılması Amon Ra yı çok kalın bir kitap yapardı. İşte okuduğum, öğrendiğim ama Amon Ra da yazmadığım tabletlerden birisi: İnanna Çiftçiyi Yeğler.


İnanna-Dumuzi aşkını ve bu aşkın yüzünden neler yaşandığını zaten kitabımızda anlatmıştık ama kitabın bütünlüğü açısından detaya girmemiştik. İnanna için aslında başka bir talibin olduğu ve Dumuzi'nin psikopat bir şekilde aşkına sahip çıktığını da şimdi anlatayım. İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen ve Kramer tarafından çevirisi yapılmış İnanna Çiftçiyi Yeğler adındaki tablete göre:

İnanna bir eş seçmek üzeredir ama bir türlü kararını verememektedir. İnanna'nın iki talibi vardır: Birisi Enki'nin oğlu Prens Dumuzi, diğeri ise üst rütbeli bir anunnaki olan Enkimdu. Kardeşi Samaş, Dumuzi'yi seçmesi için ısrar eder ama İnanna mantıksal değil duygusal yaklaşır ve diğer talibi Enkimdu'yu seçer. Bunun üzerine Dumuzi, İnanna ile görüşmeye gelir ve neden kendisini seçmediğini öğrenmek ister. Dumuzi bir prenstir ve Afrika'nın orta bölümü ona aittir. O sırada Enkimdu'da duyup gelir ama Dumuzi onu görünce sinirlenir, hatta psikopata bağlar. İnanna sessizliğini korur ve sadece izler. Enkimdu sakin biridir ve kavgacı Dumuzi'yi yatıştırmaya çalışır. Dumuzi bir türlü sakinleşmez ve her yere tehditler yağdırır. Enkimdu'nun karşısında bir prens vardır ve eli kolu bağlıdır.

Hem Samaş'ın baskısı, hem ailesinin verdiği yük(Enki-Enlil Klanları arasında bir köprü olacak bu evlilik denmesi), hem de Dumuzi'nin kendisi için yaptığı onca şey, İnanna'nın fikrini değiştirmez. Ancak baskılara dayanamayan Enkimdu vazgeçince İnanna'da pes eder. Sonunda Dumuzi'ye evet der. Dumuzi'ye verdiği yanıt mantıkla alakalıdır. Bu karardan sonra olanları zaten biliyorsunuz...

4 dakikada 5500 yıl... Sümer'den Günümüze... İzlenmesi Gereken Muhteşem Bir Gösteri...


"Bir UFO savaşı; Kudüs’teki UFO" Yazım Haberlerde...


13 Ekim 2015 Salı

Nikola Tesla ve Gelecek


Nikola Tesla, 1926 da yayınlanan ve geleceği yorumladığı bir röportajda ilerleyen zamanlarda mesafelerin bir önemi kalmadan insanların birbirleriyle iletişimde olacağını söylemiş ve bu sözlerine şu şekilde devam etmiştir: "Sadece bu da değil, televizyon ve telefonun ötesinde kilometrelerce uzaklıkta dahi birbirimizi mükemmel bir şekilde göreceğiz ve duyacağız. Ayrıca bu teknoloji bugünün telefonlarına kıyasla çok daha basit olacak, bir adam telefonunu cebinde taşıyabilecek”. Çağın ötesinde yaşamak böyle bir şey...

750 civarında patenti bulunan Tesla, ilk defa elektriğin bir kaynaktan çevreye yayılarak kablosuz ve çok yüksek miktarlarda iletimi söylemiştir. Kağıt üstünde bunu ispatlayan Nikola Tesla daha sonra yaptığı deneylerle de bunu göstermiştir. Kendisinin elinde kablosuz yanan bir ampül tutan fotoğrafı bulunmaktadır. Bu projenin patentini aldıktan sonra Nikola Tesla'nın en büyük destekçisi olan J.P. Morgan bu kablosuz enerji iletimi ile şirketinin batacağını anlamış ve finansman desteğini kesmiştir. Eğer destek o gün kesilmeseydi, günümüzde insanlar elektriği ücretsiz bir şekilde kablosuz olarak kullanabilecekti... Bu büyük adamı saygıyla anıyorum...

Uzaylılar Dünyalıları Paranoyak Olarak Görüyorlar!!!


Uzaylılar dünyalıları paranoyak olarak görüyorlar!!!

Uzaylıların kendileri "Tanrı" olmasalar da, onların davranışlarının bir "Tanrı"nın davranışlarıyla hiç bir alakası olmasa da; Kaçırılanlar sürekli bu varlıkların sanki tanrıya daha yakın, onların elçi, koruyucu ruhlar veya melek rolü üstlendiklerini ve bizim ile ilahi kaynak arasında köprü görevi gördüklerini ifade etmektedirler...

Dr John Mack - Passport to the Cosmos (Dr. John Mack, Uzaylılar tarafından kaçırılan veya kendi deyişiyle "deneyimleyenler" ile yaptığı görüşmeler ile bir dünya otoritesi haline gelmiş bir psikiyatrist)

Bu nokta da gelen her şeyi ilahi olarak algılama potansiyelimizi ortaya çıkarttıkları için anunnakilere teşekkürü bir borç biliyorum

Sacsayhuaman / Cuzco ve Anunnakiler



Sacsayhuaman / Cuzco

İspanyol fethi döneminden tarihçiler, daha yakın asırlardaki gezginler ve çağdaş araştırmacıların hepsi de aynı sonuca varmışlardır: İnkalar bunu yapmış olamaz, olsa olsa doğa üstü güçlere sahip ataları yapmıştır...

Nasıl yapıldığı bir çok kişinin aklını meşgul etmeye günümüzde de devam etmektedir. Bununla ilgili İspanyol tarihçi Garcilaso de la Vega "Bu üç duvara yerleştirilen taşların sayısı ve boyutu, bunların taş ocaklarında kesildiğine inanmayı imkansizlastirir çünkü kızılderililer bunları çıkartıp biçimlendirmek üzere ne demir ne de çelik sahibidirler. Ayrıca bunların nasıl biraraya getirildikleri de aynı derecede harikuladedir zira kızılderililerin bunları insan gücüyle surukleyebilecekleri ne tekerlekli arabaları, ne öküzleri, ne ipleri, ne de bunları aktarmak için düz yolları vardır. Tam aksine aşılması gereken dik dağlar ve ani meyiller bölgenin özelliğidir." der...

Garcilaso devam eder: "Taşların getirildiği en yakın yer olan Muyna, Cuzco'dan yirmi beş km uzaklıktadır. Bu taşların pek çoğu elli ile yetmişbeş km uzaktan getirilmiştir. Özellikle Saycusa yanı yorgun taş denilen ve yapıya asla ulaşamamış olan bir taş, Yucay Nehrinin ötesinden yetmişbeş km uzaktan getirilmiştir."

Yorgun taş başarısız bir İnka girişimi olarak bilinmektedir. İnkalarin taş ustalarından biri o taşı buldukları yerden Cuzco'ya götürmeyi ve atalarının yarım kalan işini tamamlamayı teklif etmiştir. 20 000 den fazla kızılderili bu taşı büyük kablolarla sürükleyerek yukarı getirmişlerdir. İlerleyişleri oldukça yavaştır çünkü çıktıkları yol inişli çıkışlıdır, tırmanılması ve inilmesi gereken bayırlar vardır. Bu bayırlardan birindeyken düzenli çekmeyi başaramayan taşıyıcıların dikkatsizliği yüzünden taşın ağırlığı onu kontrol eden gücü aşmış ve bayırdan yuvarlanarak üç veya dört bin kadar kızılderiliyi öldürmüştür. Yani İnkalar bu koca taşlardan sadece birini taşıyıp yerine koymayı denemişler ve başarısız olmuşlardı.

Peki bu taşların oraya gelmesi ve amacına uygun kesilip yerleştirilmesi kimin eseridir? Bana göre cevap: Anunnakiler...

Mars'taki Su ve Amon Ra


Mars ve Phobos Üzerine Önermeler



Kitabımı okuyanlar ya da seminerlerime katılanlar “Dünya’nın Gerçeği” hakkındaki önermelerimin tek tek gerçekleştiğini fark etmişlerdir. Bu gece önermelerimi bir adım sonraya taşımak istiyorum. Henüz konuşulmayan ama ilerleyen zamanlarda çok konuşulacak iddialarım olacak Mars ve asteroidi(uydusu) Phobos üzerine…

Yarım milyon yıl kadar önce uzay yolculuğu yapabilen birilerinin Güneş Sisteminin bu kısmını ziyaret edip kaldığını ve hem Dünya’da hem de Mars’ta ardında anıtlar bıraktığını önermekteydim. Buna dayanak olarak Dünya’daki kadim megalitik yapılar ile Mars’taki megalitik yapıların benzerliğini göstermekteydim. Sümer metinlerinde, kutsal metinlerde ve tüm kadim “mitolojiler” de mevcudiyetlerine dair kanıtlar olan tek varlıklar Nibiru’dan gelen anunnakilerdir. Onların neye benzediğini biliyoruz; bize benziyorlardı çünkü evrimimize müdahale ederek bizi kendilerine benzer hale getirmişlerdi. Şimdi önermelere geçelim:

1. İlk önermem Mars’taki heterojen hava… Bugünlerde Mars’taki akışkan su konuşulmaktadır ama sonraki zamanlarda Mars’ın heterojen havaya sahip olduğu şeklinde bir açıklama da duyacaksınız, şaşırmayın. Kısaca Mars’ta su olduğu gibi havanında (yer yer) olduğunu önermekteyim ancak bunu Dünya’daki gibi her yerde nefes alabileceğimiz şeklinde düşünmeyin. Belirli yerlerde belirli zamanlarda...

2. İkinci önermem Mars’ın şu anda Buz Devrini yaşadığı… Dünya’daki buzul çağlarının üç temel fenomenden kaynaklandığına inanılmaktadır. İlki yörüngenin biçimidir. Dünya yörüngesinin yüz bin yıllık dönemlerde daireselden eliptik bir hale doğru değiştiği sonucuna varılmıştır. İkincisi mevsimlerin oluşmasına neden olan 23,5 derecelik eğikliğin kırk bir bin yıllık sürelerde 21 ile 24 derece arasında değişmesidir. Üçüncüsü ise yaklaşık yirmi altı bir yıllık ekinoksların presesyon fenomenidir.

Mars gezegeni de bu üç döngüye tabidir. Sadece Güneş çevresindeki daha büyük yörüngesi ve daha büyük olan eğim farkı daha şiddetli iklimsel değişikliklere sebep olmaktadır. Bu döngünün Mars’ta elli bin yıl kadar sürdüğüne inanılmaktadır. Bir sonraki Mars ılıman dönemi geldiğinde, gezegen kelimenin tam anlamıyla akan sularla dolacak, mevsimleri bu kadar şiddetli olmayacak, atmosferi ise bu kadar yaban olmayacaktır.

3. Mars’ta eski çağlarda bir uzay üssü bulunmaktaydı. Bundan daha önemlisi ise bu uzay üssünün bugünlerde tekrar aktif olduğuna inanmamıza yetecek kadar kanıtın bulunması.

4. Mars’ı bugünlerde herkes konuşuyor ancak yakında herkes Mars’ın asteroidi yani uydusu(bana göre yapay uydu) PHOBOS konuşulacak. Çünkü Mars terk edilmiş bir üs olabilir ve bugünlerde yeniden aktif hale getiriliyor olabilir. Ancak sadece üs… Phobos ise bir yaşam alanı… Yani oradalar… Daha detaylı bilgi almak isteyenlere kendi hazırlamış olduğum ve kanıtlarla süslediğim Phobos Vakası adlı videoyu izlemelerini öneririm. 03.10.2015 Göktürk Ramu







Kaçırılan Tablette Gılgamış Destanı’nın Bilinmeyen Dizeleri Bulundu...



Gılgamış Destanı'nın yeni ortaya çıkan dizeleri ilk ziyaret yerinin ayrıntılarını içeriyor. Haber için buraya tıklayabilirsiniz. Gılgamış'ın gittiği yer Baalbek'tir... Baalbek o zamanlar bir uzay üssüydü.

Konu hakkında daha detaylı bilgi için "Gılgamış aslında nereye gitti? " yazımı okuyabilir ya da "400 Bin Yıllık Uzay Platformu Baalbek" konumuza bakabilirsiniz.
Orjinal makale için buraya tıklayabilirsiniz.

Bir UFO Savaşı - Kudüs'teki UFO




BİR UFO SAVAŞI... KUDÜS'TEKİ UFO

Asur Kayıtlarında(Ninova Asurbanipal Kütüphanesi) ve Tevrat'ın üç yerinde(İşaya Kitabı-37, 2. Tarihler Kitabı-32, 2. Krallar Kitabı 19) günümüzden 2716 yıl önceki Kudüs kuşatması anlatılmaktadır. Bu olayın en büyük tanığı ise önümde duran Siloa yazıtıdır.
Ben bunu kendi yorumumla anlatacağım. Dileyen kaynaklardaki yazan şekline bakabilir.

Asur Kralı Sanherib ulusal tanrıları(anunnaki) olan Asur yani Ninurta'dan büyük bir silah alır ve bu silah sayesinde her yeri fetheder. Sonunda Kudüs kapılarına dayanır ve Kudüs halkının teslim olmasını ister. 

İsrail kralı ise teslim olmaz ve kuşatma aylarca sürer. Bu sırada çeşitli yollar denenir Kudüs'ün fethi için. Bunlardan birisi de şehre giren su kaynaklarının Asurlular tarafından kapatılmasıdır. İsrail kralı Hızkiya ise bunu önceden tahmin ettiği için şehir surlarının altından bir tünel kazdırmış ve Gihom Pınarının akışını şehrin merkezindeki Siloa Göletine bağlamıştır. Bu tünel iki taraflı olarak kazılmaya başlanmış ve tam ortada iki grup buluşmuştur. Günümüz teknolojisiyle bile böyle bir doğrulukla zor yapılabilecek bu kazı aklın sınırlarını zorlamaktadır. 

Sonuçta ortada buluşan işçiler tam o noktaya bir yazıt bırakmışlardır. Bir gün Kudüs'e giderseniz yeni keşfedilen bu tünelin içinde gezintiye çıkın. Tam ortasına geldiğinizde bu yazıtın olduğu yeri göreceksiniz ama yazıtı göremeyeceksiniz. Çünkü benim önümde duruyor...

Kudüs'ten vaktiyle çıkarılan bu yazıt İstanbul Arkeoloji Müzesine getirilmiştir. Yahudiler için çok anlamlı olan bu yazıta yoğun bir ilgi vardır. Gelen turistler üzerindeki ibranice kelimeler üzerinde çalışmalar yapmaktadır.



Peki ne oldu bu kuşatmanın sonunda?

Sanherib İsrail'in tanrısına yani bana göre SİN'e ağıza alınmayacak hakaretler etti. "Kudüs'ü gelip kurtarsın yiyorsa." dedi. Sonunda SİN buna dayanamadı ve müdahil oldu. Gönderdiği bir kartal gemiyle (Günümüzün UFO'su) Asur ordugahına saldırdı. Sabaha kadar bombaladı ve 185 bin Asurluyu öldürdü. Nereden mi biliyoruz? Tevrat'ın ilgili kitaplarından(Tevrat İşaya Kitabı 37-36 ve Yehova’nın meleği gidip Asur ordugâhında yüz seksen beş bin kişiyi vurdu.)... Asur Kayıtları ise kuşatmanın başarısız olduğunu yazar ama nedenini yazmaz.

Bu sonuç Sanherib'in bir anunnakiyi kızdırıp olaya müdahil etmesiyle değiştirmiştir. Oysa bundan 114 yıl sonra Babil Kralı Nabukadnezar Kudüs'ü rahatlıkla fethetmiş ve bununla da yetinmeyerek şehri yerle bir etmiştir. Süleyman'ın tanrısı için yaptığı tapınağı da yıkmıştır.




26 Eylül 2015 Cumartesi

Kadim Şehirler: Truva / Çanakkale



Bundan 3500 yıl evvel burada buyuk bir savaş yaşandı. Anunnakiler ve insanlar topyekûn bir savaşın içinde yer aldılar. Zeus yani Enlil karşıda görülen Kaz Dağlarına indirdi gemisini, Apollon yani Ninurta Bozcaada tarafından geldi uçan siyah kuşuyla, Athena yani Ninsun Aşil'e yardım etti. Afrodit yani İnanna Hektor'u koruyamadı. Hera yani Ninlil gemisiyle gece aydınlattı savaş meydanını... Truva ile Sparta savaşırken anunnakiler kah kızıştırdı, kah müdahale etti... Sonunda Ninsun'un verdiği at fikri ile Truva yıkıldı ama savaşta kazanan olmadı. Anunnakilerin popülasyonu dengede tutma düşüncesinden ibaretti herşey...

Aradan yaklaşık 1000 yıl geçti ve M.O. 335 yılında Büyük İskender tamda su an oturduğum yerde oturdu... Aşil'in hemen karşıdaki anıtının önünde saygıyla eğildi. Truva Kralı Priam'in mezarına 1000 davar kurban etti. Buradan deniz görülüyordu eskiden ve hayaller kurdu... Sparta gemilerini düşündü... Sonra Mısır için, babası Amon Ra icin çıktığı yola devam etti...Aradan 2350 yıl geçti ve gök türk su an burada...



Kadim Şehirler: Assos / Çanakkale


Athena / Ninsun için yapılmış tapınak... Taslarin kesimindeki mükemmeliyet, insan gücüyle tasinamayacak taşlar... Anunnakiler...












Kadim Şehirler: Sacsayhuaman / Cuzco




Sacsayhuaman / Cuzco
İspanyol fethi döneminden tarihçiler, daha yakın asırlardaki gezginler ve çağdaş araştırmacıların hepsi de aynı sonuca varmışlardır: İnkalar bunu yapmış olamaz, olsa olsa doğa üstü güçlere sahip ataları yapmıştır...

Nasıl yapıldığı bir çok kişinin aklını meşgul etmeye günümüzde de devam etmektedir. Bununla ilgili İspanyol tarihçi Garcilaso de la Vega "Bu üç duvara yerleştirilen taşların sayısı ve boyutu, bunların taş ocaklarında kesildiğine inanmayı imkansizlastirir çünkü kızılderililer bunları çıkartıp biçimlendirmek üzere ne demir ne de çelik sahibidirler. Ayrıca bunların nasıl biraraya getirildikleri de aynı derecede harikuladedir zira kızılderililerin bunları insan gücüyle surukleyebilecekleri ne tekerlekli arabaları, ne öküzleri, ne ipleri, ne de bunları aktarmak için düz yolları vardır. Tam aksine aşılması gereken dik dağlar ve ani meyiller bölgenin özelliğidir." der...


Garcilaso devam eder: "Taşların getirildiği en yakın yer olan Muyna, Cuzco'dan yirmi beş km uzaklıktadır. Bu taşların pek çoğu elli ile yetmişbeş km uzaktan getirilmiştir. Özellikle Saycusa yanı yorgun taş denilen ve yapıya asla ulaşamamış olan bir taş, Yucay Nehrinin ötesinden yetmişbeş km uzaktan getirilmiştir."

Yorgun taş başarısız bir İnka girişimi olarak bilinmektedir. İnkalarin taş ustalarından biri o taşı buldukları yerden Cuzco'ya götürmeyi ve atalarının yarım kalan işini tamamlamayı teklif etmiştir. 20 000 den fazla kızılderili bu taşı büyük kablolarla sürükleyerek yukarı getirmişlerdir. İlerleyişleri oldukça yavaştır çünkü çıktıkları yol inişli çıkışlıdır, tırmanılması ve inilmesi gereken bayırlar vardır. Bu bayırlardan birindeyken düzenli çekmeyi başaramayan taşıyıcıların dikkatsizliği yüzünden taşın ağırlığı onu kontrol eden gücü aşmış ve bayırdan yuvarlanarak üç veya dört bin kadar kızılderiliyi öldürmüştür. Yani İnkalar bu koca taşlardan sadece birini taşıyıp yerine koymayı denemişler ve başarısız olmuşlardı.

Peki bu taşların oraya gelmesi ve amacına uygun kesilip yerleştirilmesi kimin eseridir? Bana göre cevap: Anunnakiler...

9 Eylül 2015 Çarşamba

Tesla ve NASA


NASA 2006'da Satürn yakınlarından bir sinyal aldığını açıklamış hatta bu sinyali dünya ile paylaşmıştı. O sinyalde de üçlü bir mesaj vardı. Aynı mesaj üç kere tekrarlıyordu kendini:


Aslında büyük bir ekipmanla ve de gelişmiş aletlerle alınan bu sinyallerden çok daha önemlisi günümüzden 115 yıl önce Nicola Tesla'nın buna benzer bir açıklaması olduğudur.

Bir gece geç saatlerde istasyona gelen ve kendini tekrarlayan bir sinyal Tesla’nın delilik ile anılmasına yol açmıştır. Gelen sinyallerin dış dünya kaynaklı olduğunu ve orada yaşayan varlıklar ile iletişime geçtiğine inanan Tesla, bu durumu Amerikan Kızılhaç’ına gönderdiği mektupta şu sözler ile açıklamıştır. “Kardeşlerim, başka bir alemden mesajımız var. Şöyle diyor: "Bir, iki,üç."

Tesla'nin mektubu hala saklanmaktadır. Bu mesaj yüzünden kendisine deli denildi. Bilim dünyası önceleri alay etti ve her zamanki dışlama yöntemini seçti. Ancak Tesla öyle süpürülecek bir adam değildi ve sonra bilim adamları ara bir çözüm buldu. Tesla hata yaptı dediler: “Bugün uzaya gönderdiğimiz uydular aracılığıyla aldığımız sinyallerin bir benzerini o gün Tesla’da almıştır. Tesla’nın hatası, aldığı sinyallerin uzaylılardan geldiğine dair inancıdır.”
 
Bana göre Tesla deli değildi, Einstein'e sezgiyle 1 yılda 4 makale yazdıran ve Fizik bilimini en baştan olusturanlar her kimse, Tesla'ya bilgi verenlerden aynıydı bana gore. Sadece yöntem farklıydı..

Gök Türk

Plüton'dan Gelen İlk Bilgiler ve Nibiru/Planet X


Plüton ve Nibiru/Planet X

Güneş’ten 4,8 milyar km uzakta olan gezegenden gelen ilk bilgiler bilim dünyasını şaşkına çevirdi:

1. Güneş’ten bu kadar uzak olmasına rağmen jeolojik olarak nasıl aktif kaldığını, gezegen kabuğunun zaman zaman eriyerek nasıl yüzeyini düzlediğini bilemiyorlar. Oysa onlara göre Ay gibi kraterlerle kaplı olmalıydı.

2. Plüton’daki siyah lekelerin hemen hemen aynı boyda ve düzenli aralıklarda olmasını anlayamıyorlar. Bu şekillere yol açacak bir jeolojik sürecin henüz bilinmediğini kabul ediyorlar.

3. En çok şaşırdıkları ise Dünya’ya oranla muazzam büyüklükte sayılabilecek atmosferini anlayamıyorlar. Evren’in ortalama sıcaklığı -270 derece iken bu atmosfer sayesinde Plüton’un sıcaklığı -229 derece olarak kala biliyor.

Güneş Sistemine ait bir onuncu gezegen olduğunu ve adının Sümer Tabletlerinde yazılı şekliyle Nibiru bilimsel şekliyle Planet X olduğunu iddia eden bizlere göre bu sonuçlar çok anlamlıdır. Şu net bir şekilde görüldü ki gezegenlerin kendi iç dinamikleri bulunmaktadır. Yıllardır buz ve gaz olarak görülen Plüton; bugün iç ısısını koruyan, buz volkanları ve gayzerler barındıran, kendini koruma adına Dünya’dan çok daha büyük atmosfer oluşturan bir gezegen ise artık kimse çıkıp şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı dememeli… 

Bugün Uranüs, Neptün ve Plüton yörüngelerinde görülen sapmalar tüm otoritelerce kabul edilmektedir. Sadece bunun nedeni bilinmemektedir. Bizlere göre ise bunun nedeni Planet X dediğimiz onuncu gezegendir. Planet X yani Nibiru çok yakında halka açıklanacak. Ancak gezegen tanımı değiştiği için gezegen denmeyecek. Eliptik yörüngeye sahip ve başka gezegenlerin yörüngesini kesen bir gezegen artık gezegen olarak nitelendirilmiyor. Plüton’da eliptik yörüngesi nedeniyle gezegenlikten çıkarılmıştı. Bu arada bana göre Plüton hala bir gezegendir. Sırf gezegen tanımı değişti diye Plüton’u gezegenlikten çıkaranları ciddiye almıyorum. Bana göre gezegen tanımı Sümer’de çok net yapılmıştı. On gezegen ve asteroit kuşağı (dövülmüş bilezik) Berlin Müzesinde hala sergilenen VA 243 nolu tablete aynen işlenmişti. 

Planet X 3600 yıllık eliptik bir yörüngeye sahip ve de 500 yıldırda Dünya’ya doğru yaklaşmaktadır. Güney semalarından yaklaşan gezegeni izlemek için iki büyük teleskop yapılmıştır. Şili’de ESA’nın Atacama Teleskobu ve Antartika’daki North Pole Teleskobu son sekiz yılda yapılmıştır. Zaten de İnternete düşen Planet X videolarının birçoğu North Pole Teleskobuyla çekilmiş ve basına sızdırılmış resimlerdir. Teşekkürler.

Gök Türk 

Mısırlılar ve Güneş Sistemi


Mısırlılar ve Güneş Sistemi

Sümerliler gibi Mısırlılara göre de Güneş, güneş sistemimizin merkezinde yer almaktaydı ve sistem 12 üyeden oluşmaktaydı(Güneş, Ay ve On Gezegen)
İyi korunmuş ve Tanrıça Nut'a ait olan bir mumya tabutunda bunu rahatlıkla görebiliriz. 


1857'de H.K. Brugsch tarafından Teb'de bir mezarda keşfedilen bu tabut çok ilginç ayrıntılar içermektedir:
Tanrıça Nut tabutun tepesine boyanmış orta panelde gösterilmektedir.(1)

Çevresinde Zodyak'ın on iki takımyıldızı yani burçlar kuşağı yer almaktadır.(2)

Tabutun yanlarında en dip sıralar gecenin ve günün on iki saatini göstermektedir.(3)

Orta konumda, ışıklar saçan Güneş'in küresi görülmektedir.
Gezegenler daha önce den belirlenmiş yörüngelerinde yani Göksel Kayıklarında yol alırken gösterilmektedir.
Güneş'in yanında, Merkür ve Venüs'ü(dişi gezegen) görmekteyiz. Nut'un solundaki panelde Horus'un amblemi ile Dünya'yı, Ay'ı, Mars ve Jüpiter'i Göksel Kayıklarında yol alan Göksel tanrılar olarak görmekteyiz.(4)

Jüpiter'in ötesinde, sağ panelde Saturn, Uranüs, Neptün ve Plüton'u simgeleyen dört göksel tanrı daha vardır ve kayıksızdır.(5)

Mumyalama zamanı, mızrakçının mızrağını Boğa'nın(Boğa Presesyonu) ortasına doğrultmasıyla işaretlenmiştir.(6)

Böylece tüm gezegenleri, modern atronominin daha yeni keşfettiği dış gezegenler de dahil olmak üzere doğru sırada yer almaktadır. (Burgsch'de kendi zamanındaki herkes gibi Plüton'da habersizdir o dönemde.)

Eski çağlardaki gezegensel bilgileri inceleyen bilginler, kadim halkların Dünya'nın çevresinde dönen Güneş ve beş gezegen olduğuna inandıklarını varsaymışlardır. Bu inanç Orta Çağ Avrupa'sına kadar kendini korumuştur onlara göre... (Modern Avrupa bile 500 sene öncesine kadar öğrenememişken kadim halkların bu bilgiye sahip olmasını kabul edemeyen batılı düşüncesi...) Bu bilginlere göre daha fazla sayıda gezegenin resmedilmesi şaşkınlık eseriydi. Oysa şaşkınlıktan ziyade doğruluk vardı. Güneş, sistemin merkezindeydi, Dünya bir gezegendi, Dünya ve Ay'a ve de bugün bildiğimiz sekiz gezegene ek olarak bir büyük gezegen daha vardı(Nibiru). Hepsinin üstünde, kendi kocaman göksel yörüngesi yani göksel kayığıyla büyük bir göksel efendi biçiminde resmedilmişti halen daha keşfedilemeyen bu gezegen.(Uranüs-1781, Neptün-1846, Plüton-1930 da keşfedildi bu arada...)


Sümer kaynaklarına göre bu Göksel Efendi'den yani Nibiru'dan gelen astronotlar dört yüz elli bin yıl önce Dünya gezegenine inmişlerdi.
Kaynaklar:
http://www.astrologicalsociety.us/egyptian-zodiacs/4-1.html
Gökyüzüne Merdiven - Zecharia Sitchin
www.bibliotecapleyades.net
www.ancientegyptonline.co.uk/nut.html

Kayıp Ülkenin Mülteci Halkı: Sümer (Mezopotomya'nın Kaderi: Bitmeyen Sürgün)



Kayıp Ülkenin Mülteci Halkı: Sümer (Mezopotomya'nın Kaderi: Bitmeyen Sürgün)

20. Yüzyıl siyaseti dendiğinde; savaşlar nedeniyle ülkelerinden kaçıp başka topraklara sığınan milyonlarca mülteci, siyasi haritaların yeniden düzenlenişi, uluslararası savaşlar ve nükleer silahların kullanımı, iki büyük dünya savaşı, devasa bir politik ve ideolojik sistemin dağılışı, imparatorlukların yerine ulus milletlerin doğuşu akla gelir…
M.Ö. 20. Yüzyılda da durum bundan pek farklı değildi. Mezopotamya metinlerinde mülteci anlamında kullanan sözcük “Munnabtutu” idi yani yıkımdan kaçanlar. Bunu kendi deneyimimiz ışığında ”yerlerinden edilen kişiler” şeklinde de tercüme etmek mümkündür.
Sümer Medeniyetinin M.Ö. 2023 te görünmez bir güç tarafından yıkılışıyla halkından geriye kalanlar dört bir yana dağıldı. Sümerli doktorlar ve gökbilimciler, mimarlar ve heykeltraşlar, mühür kesiciler ve kâtipler başka ülkelerde öğretmenler oldular. Sümer Medeniyetinin tarihteki birçok “ilk” e sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Maalesef “İlk Büyük Sürgün” de Sümerlere aitti.

Peki, Sümer’den arda kalan ve sürgüne zorlanan Sümer insanları ne kadar uzaklara gidebilmişti? Bunu yabancı ülkelerde birbiri ardınca gelişen yabancı kültürlere bakarak görmek mümkündür. Bunlar; yazısı çivi yazısı olan, dillerinde özellikle bilim dalında sayısız Sümerce “ödünç kelime” bulunan, tanrıları yerel isimleriyle anılsalar da panteonları Sümer panteonu, “mitleri” Sümer “miti”, kahramanlık hikâyeleri Sümer kahramanlarının hikâyeleri gibi olan kültürlerdir.

Sümer halkından geriye kalan Sümer’in kayıp insanlarını sonraki iki-üç yüzyıl içinde kurulmuş yeni ulus devletlerin bulunduğu yerlerde görebiliriz. Marduk ve Nabu’nun takipçileri olan Batılıların (Amurrular), Babil’in kuzeyindeki Asur’un, Anadolu’daki Hitit’in, batı da Hurrilerin Mitanni’sinin, Kafkaslardan başlayıp Babil’in kuzeydoğusuna yayılan Hint-Ari krallıklarının, güneydeki çöl halkının, güneydoğudaki deniz halkının ortaya çıkışlarında Sümer’in izlerini görmek mümkündür. Bunu Asur, Hitit, Elam, Babil’in son kayıtlarından ve bunların başka ülkelerle yaptıkları antlaşmalardan biliyoruz.

Anunnaki boyutunda ise Marduk’un liderliğinin tescillenmesiyle Marduk Babil Esagil’de On iki büyük tanrı için kutsal bir mahalle yaptı ve onları davet etti. Ancak oğlu dışında buna hiçbir anunnaki itibar etmedi. Mezopotamya da yenilen ve de çok kızgın olan bu anunnakilerin dünyanın dört bir yanına dağıldıklarını kültürlerin dinsel panteonlarında görebiliyoruz. Bu anunnakiler yeni ve eski-yeni ulusların ulusal tanrıları haline geldiler.

Sümerli mülteciler işte böylelikle Mezopotamya’yı çevreleyen tüm ülkelerde himaye gördüler ve onlara ev sahipliği yapan ülkelerin modern ve gelişen devletlere dönüşmesinde katalizör hizmeti gördüler. Bazıları daha da uzak ülkelere dek gitmiş, oralara ya kendi başlarına ya da büyük olasılıkla bizzat yerinden edilmiş tanrılarının(anunnakilerin) eşliğinde göç etmiş olmalıydılar.
Doğuda Asya’nın sınırsız toprakları uzanmaktaydı. Arilerin göç dalgası çok tartışılmıştır. Kökeni Hazar Denizinin güneybatısında bir yerler olan bu halk bir zamanlar İnanna’nın üçüncü bölgesi olan yere, orayı tekrar oturulur hale getirip canlandırmak üzere İndüs Vadisi’ne göç etmişlerdi. Zaman ve onun ölçülmesi, devreler gibi kavramları Sümer kökenliydi. Ari göçüne Sümerli mültecilerin karışmış oldukları makul bir varsayımdır. Çünkü Sümerliler Uzakdoğu’ya ulaşmak için o yönde ilerlemek zorundaydı.

Peki, Sümer mültecileri Çin’e kadar gitmiş olabilirler miydi? Bazı bilginlere göre M.Ö. 2000 de bazılarına göre ise M.Ö. 1800’de Çin’de “gizem dolu ani bir değişim” gerçekleşmişti. Öncesinde aşamalı bir gelişim olmaksızın ilkel köylerden oluşan ülke; hükümdarlarının bronz silahlara, atlı arabalara ve yazı bilgisine sahip oldukları duvarlarla çevrili şehirlerden oluşan bir ülkeye dönüşmüştü. Sümer’in yıkılışından kısa zaman sonra Çin’de gizem dolu bir anilikle yeni uygarlıklar doğmuştu.

Bilginlerce çok net olmamakla birlikte yazının Shang Hanedanı tarafından Krallık ile birlikte başlandığı düşünülmektedir. Bu yazı tek heceliydi ve yazılışı resmi andıran karakterler içermekteydi. Aşina olduğumuz Çince karakterler bundan yola çıkılarak bir tür çivi yazısına dönüşmüştür. Bunlar Sümer yazısının belirleyici özellikleriydi. Çin ve Sümer yazıtları arasındaki benzerlikler ve bu iki yazı arasındaki ilişki birçok bilimsel tezin konusu olmuştur. Özellikle Sümerce resim yazısı ile Çin yazısının eski biçimleri arasındaki şaşırtıcı benzerlik kesin bir şekilde kanıtlanmıştır.

Japon imparatorlarının Güneş tanrısının ve tanrıçasının oğlu olduğuna ilişkin Şintoizm inançları; ulusal bayraklarındaki kırmızı dairede yaşattıkları güneş tanrıçası Amaterasu’nun, Sümer Güneş Tanrısı Samash’ın eşi olduğunu varsaydığımızda anlam kazanır. Marduk’un zaferinden sonra mağlup klandan olan Utu/Samash’ın Baalbek’ten ayrılıp takipçileriyle Japonya’ya kadar gitmiş olduğu pekâlâ olabilir.

Dilbilimsel ve diğer kanıtları yine takip edecek olursak Sümer mültecilerinin bazılarının Kafkasları kullanarak bazıları da Anadolu’yu kullanarak batıya, Avrupa’ya geçtiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu önerme Gürcistan halkının dilinin Sümerce ile yakınlık göstermesini açıklayabilir. Bu rotadan Finlandiya’ya kadar gittiklerini Fin dilinin Sümerce dışında hiçbir dile benzemeyişini söylediğimizde tahmin etmek güç değildir. Anadolu’dan gidenlerin ise Macaristan’a gittiklerini yine Macar dili ile Sümer dili arasındaki benzerlikleri söyleyerek iddia edebiliriz. Bugün Macarlar arasında var olan, kendi dillerinin Sümerce dışında başka hiçbir kökeni olamayacağına dair kalıcı ve derin inançları belki de inançtan ötesidir.

Sümerli mültecilerin bu yoldan ilerlediklerine dair kanıtlardan en belirgini ise Romanya’nın Dacia kentinde yer alan bir tarihi eserde bulmak mümkündür. Tuna Nehri’nin Karadeniz ile birleştiği noktada Sarmizegetusa denilen bölge de yer alan, araştırmacıların “takvim tapınakları” dedikleri yapıdır. Karadeniz kıyısındaki Stonehenge de denilen bu bir dizi yapı öncelikle Sümer’in altmışlık matematik sistemi olmak üzere Sümer’in birçok özelliğini barındırmaktadır. Bu yapının matematiksel mükemmelliği bize anunnakilerden biri olan THOT/HERMES/OUETZALCOATL’ın oraya uğradığını göstermektedir.

Son olarak Türklere bakalım. Akkad kralı Naram-Sin’in Sümer’in yıkılışından önce M.Ö. 2200 lerde Anadolu’ya yapmış olduğu seferleri anlatan Şartamhari Metinleri’nde Naram-Sin’in savaştığı 17 kral anlatılırken bunların birinin Türk Kralı İlşu-Nail olduğu yazılmaktadır. Türklerin bu bölgeye yakınlığını gösteren bu metne ve bulunan diğer metinlere bakarak Sümerli mültecilerin Türklerin içine de girdiklerini söyleyebiliriz. Tabi ki sadece bunu söylemek yeterli değildir o yüzden Türk mitolojisindeki Sümer unsurlarına bakmak gerekecektir. Türklerin büyük tanrısı Kayra Han, iki oğlu Ülgen ve Erlik; Sümer’den çok iyi bildiğimiz Anu, Enlil ve Enki’nin ta kendisidir. Yine Sümerliler tabletlerde yaptıkları tüm güzel işlerin göklerden gelen kartalların içindeki anunnakiler tarafından kendilerine verildiğini söylemektedir. Türklerde de kartal çok önemli bir simgedir ve Yakut Türkleri kendilerinin Kartal Ana’dan doğduğunu söylemektedir. Yine Türeyiş Destanında yukarıdan inen bir ışık ile Türk soyunun başladığı yazılmaktadır. Sümer’in yıkılışından çok az bir süre sonra aniden Türklerin de Maden Çağına girmeleri pekâlâ Sümerli mülteciler sayesinde olabilir…
Sümer Medeniyeti henüz dünyada yeni tanınırken Atatürk’ün ilk meclis konuşmasında Nuh’un çocuklarından Yafes’in torunları olduğumuzu söylemesi ve hemen akabinde Sümerbank’ı kurması tesadüften fazlasını içeriyor olabilir.

Her ne olursa olsun Sümer Medeniyeti M.Ö. 2023 te bir nükleer buluta kurban gitmişti ve bu büyük uygarlık büyük bir yıkım yaşamıştı. Bu yıkımdan kaçanlar mülteci konumuna düşmüşler ve gittikleri yerlere medeniyeti götürmüşlerdi. Aradan 4000 yıl geçmesine rağmen Sümer’in izlerini her yanda görmek mümkündür. Acı olan ise Sümerlilerin 4000 yıl önce mülteci oldukları bu topraklar, hiçbir halka huzur vermemiş ve bölgeye yerleşenleri hep mülteci olmaya zorlamıştır. Günümüzde de bu durum değişmemiştir. Gelecekte de değişmeyecektir…

Gök Türk

Kaynaklar:
Zaman Başlarken, Zecharia Sitchin
China, William Watson
Çince ve Sümerce, C. J . Ball
Türklerin Tarihi, Prof. Dr. Umay Türkeş
Sümerce-Macarca Sorunu, Laszlö Papp, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1012/12287.pdf
Türk Mitolojisinde İyilik Tanrısı Ülgen’in İnanıştaki Yeri, Tasviri ve Kökeni Ramazan Volkan Çoban “Simitçay Dergisi (S. 3, Şubat 2012, Balıkesir)
Türk Mitolojisinde Kötülük Tanrısı Erlik’in İnanıştaki Yeri, Tasviri ve Kökeni Ramazan Volkan Çoban “Simitçay Dergisi (S. 3, Şubat 2012, Balıkesir)
İnternet Siteleri…

7 Eylül 2015 Pazartesi

Ortadoğu’nun Kanlı Tarihi ve Beklenen Altın Çağ



Bugünü anlamak için geçmişi bilmeniz gerekir. Carl Sagan

Ortadoğu’nun Kanlı Tarihi ve Beklenen Altın Çağ

1. Bundan 4000 yıl önce Boğa Çağı bitip Koç Çağı başladığında umutla beklenen “Altın Çağ” yerine öğlen vaktinde Mezopotamya kentlerinin üzerine çöken bir karanlık karşılamıştı herkesi. İki yüz yıldan uzun bir süredir tanrıları tanrılarla, ulusları uluslarla savaştıran isyanların ve savaşların sonunda olan işte buydu: Herkes dünya medeniyetinin kurulduğu yerde “geleceği yaklaşık iki bin yıldır şekillendiren” Büyük Sümer Uygarlığının ölümünü izlemekteydi. Sümer halkının büyük bir kısmı bu geçişte yok olmuş, kalanları ise yeryüzünün ilk büyük sürgününde çeşitli yerlere dağılmıştı.

Rahiplik ve krallık kendisine bahşedildiğinden beri insanoğlu kendi yerini ve rolünü hep bilmişti. “Tanrılar” tapınılacak ve hürmet edilecek efendilerdi. Kesin bir hiyerarşi, belirlenmiş törenler ve kutsal günler vardı. Tanrılar sert ama iyilikseverdiler, cezaları da acı ama adildi. Binlerce yıl boyunca tanrılar insanoğlunun esenliğine ve kaderine göz kulak olmuşlardı ancak hep te insanlardan uzak durmuşlardı. Onlara ancak belirli günlerde başrahipler yaklaşabilmiş, krallar onlarla vizyonlar, görümler, rüyalar ve kehanetler aracılığıyla haberleşmişlerdi.

Bugün bile bir “Çağ”ın ne zaman bitip diğerinin ne zaman başladığını kesin olarak söyleyemiyoruz. 25920 yıllık Büyük Presesyon Devresi her biri tam olarak 2160 yıl süren on iki burca bölündüğünden beridir keyfi ama matematik olarak kesin bir hesaplama yapılabilmekteydi. Bu altmışlık sistemin matematiksel temeliydi; ilahi zaman ile göksel zaman arasındaki oran 10:6 oranıydı. Ancak hiçbir insan 2160 yıl boyunca canlı kalamayacağı için bu presesyonun tanrıların iç hesaplaşmaları için kullanıldığı aşikârdı.

Koç Çağıyla birlikte tüm bunlar da yıkılıyordu. Çünkü bizzat tanrılar birbirlerine ters düşmekte, farklı kehanetler bildirip takvimi değiştirmekte, “ilahi” savaşlar, çatışmalar ve katliamlar uğruna giderek insanları birbirlerine düşürmekteydiler. Giderek aklı karışan ve şaşıran insanoğlu artık “benim tanrım-senin tanrın” diyerek konuşmaya, hatta ilahi inanılırlıktan bile şüphe etmeye başlamıştı.

Koç ve onun takipçileri, hem yukarıda göklerde hem de aşağıda yeryüzünde Boğa’yla ve onun takipçileriyle savaşını kazanıyordu. M.Ö. 2200 civarı gökte ve yerde kaderlerin belirlendiği bir zamandı çünkü artık Yeni Çağ yani Koç Çağı, Boğa Çağının yerini alıyordu.

200 yıllık kanlı savaşlar sonunda Koç Çağı’yla Marduk üstünlüğü nihayet ele geçirmişti ancak kurulan YENİ DÜZEN; yeni yasalar ve adetlerden, yeni bir din ve inançlardan oluşuyordu. M.Ö. 2023 te görünmez bir düşman tarafından yıkılan Sümer nedeniyle bilimde gerilemenin başladığı, astronominin yerine astrolojinin geçtiği, hatta kadınlar için yeni ve daha aşağı bir konumu içeren bir çağdı yeni gelen…

Böyle olmak zorunda mıydı? Olayların gidişatını insanlar değil de anunnakiler idare ettiği için mi bu presesyondaki bu değişim böylesine yıkıcı ve acı olmuştu? Yoksa tüm bunlar kader miydi? Yeni bir Zodyak burcuna geçişin gücü ve etkisi; imparatorlukların devrilmesini, dinlerin değişmesini, yasalar, adetler ve toplum düzeninin alt üst olmasını gerektirecek kadar baskın mıydı?


2. Marduk/Amon Ra liderliğinde geçilen Koç Çağı 2160 yıl boyunca diğer tanrıların ve ulusların bunu kabullenmemesi nedeniyle sürekli savaşlarla geçti. Bir gün geldi ve Marduk’un çağı da bitti, Sin/Nannar Çağına hazırlıklar başlandı. Çok tanrılı uluslar ve dinler artık yepyeni bir çağa hazırlanmalıydı: Balık Çağına…

Marduk’un Koç Çağının aksine Sin/Nannar’ın Balık Çağındaki amaç çok tanrılı dinlerin tek tanrıya indirilmesiydi ve bunun için kanlı bir süreç bekliyordu yine herkesi. Bu kez sadece Mezopotamya kentlerinin yıkımı yeterli gelmeyecekti çünkü insan sayısı hem artmış hem de bir çok bölgeye dağılmıştı. Sin / Nannar zaten son 2000 yıldır bunun hazırlıklarını yapıyordu ve son 500 yıl özellikle kanlı savaşlar her yere yayılmıştı. Pers Ordularının tüm bölgeyi Tanrı Ahura Mazda’ya ait zoroastorian dinine sokma girişimleri, Büyük İskender’in bu girişime baş kaldırıp istilası derken artık insanları zorla tek tanrı inancına sokma vakti gelmişti. Bir Altın Çağ beklentisinin bu dönemde de bolca dile getirildiğini dönemin kaynaklarından öğreniyoruz. Bu amaçla da en büyük hizmeti yapan Roma İmparatorluğu oldu ancak insanlık yine çok büyük katliamlar yaşadı. Roma İmparatorluğu Altın Çağı kanla getiriyordu… Mezopotomya tekrar tekrar kan gölüne dönmüştü. Bu da yetmemiş Avrupa ve Asya’da bundan nasibini almıştı. Bir çok yerde bu başarılı olsa da Asya’nın büyük bir kısmında başarısızlık yaşanmıştı. Çok tanrılı dinlerden insanlar vaz geçmemişti.


3. Sin/Nannar liderliğinde ve tek tanrılı dinlerin aralarındaki savaşlarla geçilen 2160 yıllık Balık Çağı da artık son buluyordu. Enki’nin Kova Çağının hazırlıkları başlıyordu. Tüm “Çağ Dönümleri” gibi Kova Çağında da presesyon değişiminden 500 yıl evvel hazırlıklara başlanmıştı. M.S 1700 yılları gelen çağın habercisi olmuştu adeta… Balık Çağının aksine dinler yerini bilim ve teknolojiye bırakacağını hissettirmeye başlamıştı. Buhar gücü, makine gücü, elektrik, telefon derken Kova Çağı’nın Enki’ye yakışır bir şekilde 2160 yıl boyunca bilim ve teknoloji çağı bizi bekliyordu. Beklenen yine bir “Altın Çağ” dı ancak yine Mezopotamya şehirleri tek tek yıkılacaktı… Yetmiyordu bilim ve teknoloji de geri kalmış uygarlıklar dünya popülasyonuna kurban ediliyordu. Yıllardır din savaşları ile korunan popülasyon bu kez Enki’nin eliyle daha adil bir şekilde korunma gayretine girmişti.

Enki’nin Kova Çağı gümbür gümbür geliyordu… Bu çağın diğer adı Bilim ve Teknoloji Çağı olacaktı. 2160 Yıl sonra bir gün Kova Çağı’da bitecekti ve Oğlak Çağı başlayacaktı. Belki bir çok şey değişecekti. Oğlak Çağı; Koç gibi çok tanrılı dinler, balık gibi tek tanrılı dinler ya da kova gibi dinsiz bilim ve teknoloji çağı mı olacaktı ya da bambaşka bir çağ mı olacaktı bilinmez. Ancak bilinen iki kader vardı ki; Beklenen Altın Çağ asla gelmeyecekti ve Mezopotamya şehirleri kaderine uygun olarak yine kan gölüne dönecekti.

Gök Türk

Not: Tanrılardan kasıt Anunnakiler'dir... Anunnakiler dünyaya Nibiru'dan gelmiş ve tanrıcılık oynamış bir uzaylı türüdür...

17 Haziran 2015 Çarşamba

Truva Savaşı, Büyük İskender, Fatih Sultan Mehmet, Atatürk ve Anunnakiler



Truva Savaşı, Büyük İskender, Fatih Sultan Mehmet, Atatürk ve Anunnakiler

Bunlar arasında nasıl bir ortak ilişki var görelim:

Sümer’den Akkad’a, Kenan’a, Elam’a; oradan Asur, Babil, Hurri ve Hitit’e geçen yazılı bilgiler Yunanistan’a kadar ilerlerken birçok kulaktan dolma bilgi ve gerçekdışı yaklaşımla dolmuştur. Yunan Mitolojisi bu yüzden gerçeklerden uzaktır. Doğru bilgiye ulaşmak için tabletlerden yararlanmak en doğrusu olacaktır. Bu sayede çok karışık ve olağandışı hikâyenin satır aralarındaki doğru bilgiler ortaya çıkacaktır. Bu yaklaşımla yaptığım araştırmalara göre Zeus’un kimliğini Sümer’in Enlil’i; Poseidon’un kimliğini ise Enki olarak belirlenmiş bulunmaktayım. 1-2-3. Nesil Sümer tanrılarının Yunan tanrılarındaki karşılığı tarafımdan şöyle teşhis edilmiştir:

Zeus : Enlil

Poseidon: Enki

Apollon: Ninurta

Ares: Sin

Afrodit: İnanna

Hera: Ninlil

Athena: Ninsun

Hermes: Thot

Tanrılar ve Truva Savaşındaki Rolleri

Truva Savaşı esasen Homeros’un İlyada ve Odysseia adlı eserlerinden bilinmektedir ama bahsi yalnızca bunlarda geçmez. En romantik sunaşlardan biridir; “Bin gemiye yelken açtıran aşk” ın hikâyesi olarak bilinir: söz konusu gemiler, Truvalı bir prens tarafından kaçırılan güzel Helen’i kurtarıp geri getirmek üzere Yunanistan’dan Anadolu kıyılarına yelken açmışlardı. Savaş çıktığı sırada Kral Priam’ın idaresinde olan Truva, Anadolu’daki en büyük ve zengin yerleşim yerlerinden biriydi. Çanakkale Boğazı’nın hemen karşı yakasına kurulu olan Truva şehri Asya ve Avrupa arasındaki ticaretin büyük kısmını kontrol ediyordu.




Yunan destanı Kypria’ya göre: Sayısız insan kabilesinin, sinesi derin Dünya’nın yüzeyine yük oldukları bir zaman vardı. Zeus bunu gördü, onlara acayip büyük bilgeliğiyle Dünya’nın yükünü hafifletmeye karar verdi. Böylece, ölümler sayesinde insan ırkında bir boşluk oluşturabilmek amacıyla Truva Savaşı’nda büyük çatışmalara neden oldu.

Enlil’in buna benzer planlarına Gılgamış Metni, Atra Hasis Metni gibi birçok antik metinde sıkça rastlamaktayız. Burada da insan popülasyonunun dengede kalmasını savaşlarla sağlamak gibi bir strateji izlediğini görüyoruz.

Bakalım nasıl gelişiyor bundan sonraki süreç. Aklında bu olan Zeus, Olimpos tanrılarını ve tanrıçalarını bir şölene davet edip Hera, Athena ve Afrodit arasında hangisinin en güzel olduğuna dair bir tartışmanın çıkmasına yol açtı. Bundan sonrasını Sümerceye çevirerek anlatacağım:

Enlil, eşi Ninlil, kızı Ninsun ve torunu İnanna arasındaki rekabeti bilerek onları kızdırmayı seçmiştir. Sümer Metinlerinde Ninlil çok fazla gündemde olmasa da İnanna ve Ninsun arasındaki rekabet pek çok yerde karşımıza çıkmaktadır. İnanna, Ninmah(Hathor) emekliye ayrıldıktan sonra Dünya’daki en güçlü kadın olmuş ve On ikiler meclisine girmiştir. Ninsun ise bu meclise girememiş ancak İnanna ile sürekli bir mücadele içinde olmuştur. Bu mücadele Gılgamış Destanında açıkça görülmektedir. Ninsun, Gılgamış’ın annesidir. İnanna ise Gılgamış ile birliktelik istemiştir. Ninsun’un verdiği direktiflere uyan Gılgamış, İnanna’yı kabul etmemiştir.

Şimdi ise aralarındaki rekabeti kızıştıran Enlil olmuştur. Enlil sonra jüri olarak Kaz Dağı yakınlarında sürülerini otlatan Truvalı Paris’i seçmiştir. Paris bu üç kadından hangisini seçerse o en güzel kadın olacaktır. Onun tarafından seçilmek isteyen her bir anunnaki seçilmeleri halinde Paris’e bir ödül vermeyi vaat etmişlerdir. Sonuçta Paris, kendisine Yunanistan’ın en güzel kadınının aşkını vaat eden İnanna’yı seçmiştir.

İnanna Priam’ın oğlu Paris’e güzel Helen’i vaat etmişti ancak bu evliliği gerçekleştirmek üzere giden Paris büyük bir sürprizle karşılaştı. Helen çoktan Sparta Kralı Menelaus’la evlenmişti. Buna rağmen Girit’e gitmiş olan Menaleus’un yokluğundan istifade eden Paris, Helen’i ve Sparta’nın hazinelerinini büyük bir kısmını da kaçırarak yola çıktı. Helen ile Paris Truva’da evlendi.

Menaleus Sparta’ya dönüp olanları öğrenince bir ordu ile Truva’ya doğru yola çıktı. Bu ordunun komutanlığını kardeşi AGAMEMNON yapıyordu. Yunan kahramanların arasında en önde geleni AŞİL’di. Aşil bir anunnaki - insan evliliğinden doğan bir melezdi. Truva tarafının başkahramanı ise Paris’in abisi HEKTOR’du.

Çatışmalar önce görüşmelerle ardından Truva’nın kuşatılmasıyla başladı. Bir şu tarafın bir bu tarafın üstünlüğü ile bazen çarpışmalara ara verilerek bazen de çeşitli kahramanlar arasında göğüs göğüse mücadeleler şeklinde birkaç yıl boyunca sürdü. Bu çarpışmaların en hüzünlü sahnesini Truva filminde Aşil’in Hektor’u öldürdüğü sahneden hatırlarız. Neden bilinmez filmi izleyen tüm arkadaşlarım Hektor’a içsel üzülmüştü. Aslında olan AŞİL Yunanistan’ı temsil ediyordu, HEKTOR ise Anadolu’yu. AŞİL, HEKTOR’U öldürdüğünde tarihe büyük bir iz bırakmıştı.

Çatışmalar devam ederken anunnakiler bir şu tarafa bir bu tarafa yardım ettiler, çarpışmaları kızıştırdılar, çarpışmaların sürmesini teşvik etmek için geceleri uçan araçlarından göğü aydınlattılar veya beğendikleri bir kahramanı ölümün pençeleri arasından çekip çıkardılar. Anunnakiler zamanla kendileri de savaşa girmeye başladılar, ta ki Enlil onlara durmalarını emredene dek.

Kadim Truva şehrinin şu anda en üst kısmında yer alan kalıntılarının bulunduğu yerden o dönemde deniz görülebiliyordu. Truva’yı destekleyen İnanna gibi anunnakiler işte tam orada AŞİL’i boğmaya kalkışmışlardı. Güneydoğu yönündeki Kaz Dağında ise Enlil uzay gemisini parketmiş savaşı izliyordu. Ninurta’nın Truva’ya yardım etmek için geldiği Bozcaada dürbünle seçilebiliyordu.

Sonra İnanna’ya büyük bir öfke duyan Ninsun bir hileye başvurdu. Yunanlar Ninsun’un yardımıyla bir at yaparak bu atın içinde Truva’ya sızabildiler. O gece attan çıkan askerlerin Truva’nın kapılarını Yunanlara açmasıyla Atatürk’ün Kurtuluş Savaşından binlerce yıl önce Yunanlar Anadolu’yu işgal etti. Saldırdıklarında kimseyi sağ bırakmayıp sokaklardaki, evlerdeki erkekleri, kadınları ve çocukları tek tek öldürüp şehri ateşe verdiler.

Truva Savaşı bundan yaklaşık bin yıl sonra M.Ö. dördüncü yüzyılda Pers ordularını yenilgiye uğratmak, Hindistan’a dek tüm Asya topraklarını ve Mısır’ı fethetmek üzere 15 000 kişilik ordusuyla Yunanistan’dan çıkan Büyük İskender’in tarih kayıtlarında da yazılmaktadır. İskender ordusuyla Çanakkale Boğazını geçerek Truva’ya ulaşmış ve ilk iş olarak Ninsun’un Tapınağına gitmişti. Sonra AŞİL’in mezarına bir çelenk bırakmıştı. Ninsun Aşil’e hamilik eden anunnakiydi. İskender şehrin ünlü kralı Priam’a da biat etmeyi unutmadı. Orada 1000 davar kurban etti.

Ondan 1750 yıl sonra ise Fatih Sultan Mehmet Trabzon seferinden döndükten sonra Çanakkale’ye geldi ve atını Truva’ya doğru sürdü. Orada “HEKTOR’un öcünü aldım.” dedi. Kimse o dönemde anlayamadı bunu belki ama gün gelip 1. Dünya savaşında yenildiğimizde Fatih’in sözleri kendini doğruladı. Mondros Ateşkes Antlaşması AGAMEMNON adlı gemide imzalandı. Batı HEKTOR’un öcünü alan Fatih’e cevabı böyle veriyordu. AGAMEMNON Truva Savaşında yer alan Yunan Başkomutanıydı bildiğiniz gibi.

1922 de ise Başkumandanlık Meydan Savaşını kazanan Atatürk Fatih ile aynı sözleri söylemiştir: “HEKTOR’un öcünü aldım… “

Şu an da kim Hektor kim Aşil adına çalışıyor, kim Truva atı olabilir? Bunu da engin hayal gücünüze bırakıyorum.

Gök Türk

9 Haziran 2015 Salı

Derinkuyu Yeraltı Şehri ve Anunnaki Bağlantısı



1963 yılında Derinkuyu adlı yerde büyük bir keşif yapıldı. Yeraltına doğru yapılmış on üç katlı, 70 metreden daha derinlikteki bir şehir bulundu. Havalandırma menfezleri ve on beş binden çok küçük menfez havayı en dipteki katlara taşımaktaydı. Bu şehir bu haliyle 20 000 kadın, erkek ve çocuğu barındırabilecek durumdaydı. İçinde koridorlar, evler, dini merkezler, şarap üretim yerleri, depolar, ahırlar vardı. Derinkuyu’da taşın yumuşaklığından ötürü çok dikkat edilerek yapılan sütunlar gerekli desteği sağlıyordu ve üst katları destekleyebiliyordu. Mağara çöküntülerine dair hiçbir emare yoktu. Bu şehri yapanlar çok zekiydi ve malzemelerini de iyi tanıyordu.

Arkeologlara göre Derinkuyu ve çevresindeki bu yeraltı şehirleri istilacılara karşı geçici bir sığınak olması amacıyla yapılmıştır. Nasıl ve kimler tarafından yapıldığı sorusu ise es geçilir. Çünkü Derinkuyu’nun tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Taşların yaşı karbon testi ile çözülemediğinden Derinkuyu’nun yaşı sadece herkesin kendi tahminine dayanmaktadır. Arkeologlar ve araştırmacıların ortak olarak kabul ettiği bir olgu vardır ki Derinkuyu Yeraltı Şehrinde yaşayanlar her kimse kesinlikle bir şeyden saklanmak veya korunmak amacıyla buraya sığınmışlardır.

Bazılarına göre 30 000 insan toprak altında Derinkuyu’da yaşamıştır. Tabiki de yakın tarihlerde çöl akıncıları, Romalı askerler, yağmacılar gibi birçok tehlikeden sakınmak için insanlar burada saklanmışlardır. Ancak bu gibi sebepler Derinkuyu gibi yer altı şehirlerinin inşa sebebi olamaz. At üstünde olan düşman için, havalandırma menfezlerini bulmak ve de kapatmak suretiyle 30 000 insanı havasız bırakmak zor değildir. Yine ahırlar bu şehrin yeryüzüne yakın en üst kısmında bulunmaktadır. Hayvanların giriş çıkışları pratik olsun diye böyle yapılmış olsa da at üstündeki bir düşman bu hayvanları(gerek izleri gerek sesleri ile) izleyerek çok rahat bulabilir.

2012’de Derinkuyu’ya Bir Yolculuk

Derinkuyu’ya giderken birçok görüşü okumuş ve araştırmış bir bakış açısına sahiptim ancak ne ile karşılaşacağımı tam olarak bilmiyordum. O günkü heyecanımı anımsıyorum da ne sağanak yağmur ne de şartlar, gidişimden beni vazgeçirememişti. İçeriden çıktığımda ise Derinkuyu Fenomeni ile ilgili artık benimde tahminlerim vardı. Peki, Derinkuyu ne amaçla kimler tarafından yapılmıştı?

Tanrılar ve Derinkuyu

Antik astronotlar teorisine inanan bizlere göre çok tanrılı dinlerin tanrıları hayali değildir ve hatta uzaydan dünyamıza inmiş olan uzaylılardır. Aslında birçok dilde değişik isimlerle gördüğümüz (Neteru, Nefilim, Devler, Muhafızlar, Gözcüler vs.) bu uzaylı türü Sümerler bize “Anunnaki” olarak adlandırdığı için bizler anunnakiler diyoruz. Anunnakiler uzun boy, uzun ömür ve ileri teknolojileriyle çok tanrılı dinlerin tanrıları olmuşlar ve uzun süreler boyunca tanrıcılık oyunlarına devam etmişlerdir.



İşte bu tanrılardan birisi de Ahura Mazda’dır. Ahura Mazda Perslerin ulusal tanrısıdır ve de simgesi Sümerde çokça karşılaştığımız kartal kanatlı daire(Nibiru sembolü - winged globe) üzerinde oturan sakallı bir tanrı sembolüdür. Dünyada olan her şeyin idaresinden ve yönteminden sorumludur. Sümer tanrılarının adları değişik mitolojilerde değişik isimlerle karşımıza çıkmakta olduğundan Adad(Hitit Tanrısı Teşup) ve Enlil(Hürmüz, Ülgen, Zeus vs.) ile özellikleri benzerlik göstermektedir. 



M.Ö. 539 yılında Persliler, Babil’i ele geçirdiğinde iki yüz yıllık büyük imparatorluklarının da temelini atmış oldular. Bu iki yüzyıl boyunca Yunanistan’dan Mısır’a, Anadolu’dan İran’a kadar büyük bir coğrafyayı tanrıları Ahura Mazda adına tek başlarına yönettiler.



İşte bu dönemde Derinkuyu ve çevresi de Ahura Mazda’nın dini Zoroastorian dinini benimsedi. Karşıt kuvvetleri olan, iyiye ve kötüye dayanan bu dinin kutsal kitabının ikinci cildi olan Vendidad’a göre Ahura Mazda insanlarını Dünya çapındaki bir çevre felaketinden kurtarmıştır. Peygamber Yima’ya, Tanrı Ahura Mazda tarafından Derinkuyu’dakine benzer bir çeşit yeraltı barınağı inşa etmesi buyrulmuştur. Yima, çok katlı bir yer altı şehrini, seçilmiş bir grup insan ve hayvanı küresel bir felaketten korumak için kurmuştur. Sonrasında Ahura Mazda gökyüzünden süzülen kutsal aracıyla gelmiş(Sümer’in Kartal Gemileri…) ebedi düşmanı olan Angra Mainyu’ya savaş açmıştır. (Hitit Tanrısı Teşup’un düşmanı Kumarbi ile olan savaşlarını anımsatmaktadır.)

Bizler tanrılar arası savaşların çokça yaşandığını birçok mitoloji de görmekteyiz ve her mitolojik tanrı, kendi halklarını korumak için özel yöntemler almışlardır. 



Pers İmparatorluğunun hâkim olduğu yerler arasında bu gibi yeraltı şehirleri başka hiçbir yerde yoktur. Kapadokya’daki bu yeraltı şehirleri ve içlerindeki en büyük şehir olan Derinkuyu ise Angra Mainyu ile savaşında halkı hava taarruzundan korumak için Ahura Mazda’nın verdiği bilim ve teknoloji ile bölge halkı tarafından yapılmıştır. Ahura Mazda da tanrıların uçan araçlarıyla yaptıkları savaşta masum halkını korumak için bu bölgede bu yöntemi seçmiştir.

Derinkuyu havadan uçarak gelen bir düşmandan korunmak amacıyla yapılmıştır. Bir şey üstünüzden çok hızlı uçarsa havalandırma menfezlerini göremez. Anlaşılan anunakilerin binlerce yıl devam eden, benimde kitabımda ve yazılarımda defalarca yazdığım birbirleriyle yaptıkları savaşlarda zarar gören masum halklar için çeşitli yöntemler bulmuşlardır. Bu bölgede yaşayan insanlar için en iyi korunakta yerin altı olmuştur.

Gök Türk

Derinkuyu'da çektiğim resimler için buraya tıklayabilirsiniz.