23 Kasım 2019 Cumartesi

5-6 Ekim 2019 Antakya Turu




DOĞUNUN KRALİÇESİ ANTAKYA TURU
5-6 Ekim 2019

1. Gün

Çan, Ezan, Hazzan sesleriyle Hristiyan, Müslüman ve Musevi kültürleriyle yoğrulmuş, farklı inanışlarda yaşam alanları ile, son zamanlarda diziler ile ünlenen Antakya’da, ilk gezi noktamız olan, Üçağız Mağarası, Tell Kurdu, Tel Tayinat ve Tel Aççana Höyüklerinin küçük örnekleri de yer aldığı Hatay Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik.

Müze gezimiz sonrasında, dünyada bilinen en büyük tek parça antik taban mozaiğine ev sahipliği yapan The Museum Hotel Antakya ziyaretimizi gerçekleştirdik ve ardından kendilerini ilk kez “Hristiyan” olarak adlandıran insanların dinsel yaşamlarına tanıklık etmiş olan S.Pierre Kilisesi’ni gezdik.

Öğlen yemeğinin ardından Helenistik dönemde Antakya’nın Akdeniz’e açılan bir liman kenti olan Seleucia Pieria Antik Kenti’nin kalıntılarını, insan yapımı bir mühendislik harikası olan 1330 metre uzunluğundaki Titus-Vespasianus Tünelini, Beşikli Mağara’yı, Musa peygamber ile Hızır ‘ın buluştuğu nokta olan Hızır Türbesini ziyaret ettik. Ardından 3 bin yıllık geçmişinin olduğuna inanılan Hıdırbey Musa Ağacı’nı ziyaret ederek, dönüş için yola çıktık.

2. Gün

Gezimizin ikinci gününe Antakya’nın bambaşka bir yüzü olan mitolojik dönemlerde Daphne ile Apollo’nun hikâyesine konu olan, günümüze sayfiye yeri olarak kullanılan, Harbiye’den başladık ve Hatay'ın yaklaşık yüz kişilik Yahudi cemaati bulunan tek havrasını ziyaret ettik.


11 Kasım 2019 Pazartesi

‘Homo Sapiens’ bir laboratuvar ürünü olabilir mi? (Seç Haber Özel)


Kadim tabletlerden ikisi çok önemlidir; W.G. LambertveA. R. Millard tarafından bir araya getirilen Atra Hasis Metni ve Samuel Noah Kramer tarafından çözümlenen Enki-Ninmah Yaratılış Tableti

Bu iki tablet kadimlerin yaradılış tarifi olarak bilinmektedir ve ilginç bilgiler içermektedir. Atra Hasis Metni Anunnakilerin Dünya’daki isyanı neticesinde insanın (sigensidgu) ortaya çıkışını, Enki-Ninmah Metni ise bu ortaya çıkışın teknik detaylarını anlatmaktadır.

Bu iki tabletin ortak noktasında ise Enki ve Ninmah adlı iki Anunnaki yer almaktadır. Enki yapılan tüm bu işlemlerin ardından sonuçları şöyle paylaşmaktadır:

Şeylere biçim veren hünerli kişi sigensidgu’ları meydana getirdi. Enki yanına dikti onları ve baktı onlara, Enki, şekilleyici, onların kafalarına akıl koyduktan sonra anası Nammu’ya şöyle dedi:


Ana, adını koyduğun yaratık var edildi, Tanrıların angaryaları ona yüklendi. Abzu’nun üstünde bulunan kilin özünden yoğruldu.

Ninmah ise şöyle demektedir:

“Yarattım! Onu ellerimle yaptım. Bir insanın üzerine, iyi ya da kötü bir yazgı belirleyeceğim, canımın istediği gibi.”

Bundan sonra da tek tek denemeler ve başarısız sonuçlar yazılmakta, sonunda da istenilen ürüne ulaşıldığı anlatılmaktadır. Tüm bu metinlerden anladığımız kadarıyla olan şey yeryüzünde zaten bulunan primata evrim sıçratılmasıdır. Önceleri sadece primat üzerinde deneyler yapılmış lakin başarısız olunca anunnaki ile primat birleşimi ile yola devam edilmiş, en sonunda da ara form insan ortaya çıkmıştır.

Burada gördüğümüz aslında tüp bebek yöntemine benzer bir yöntem ile Homo Erectus-Anunnaki birlikteliği sağlanmış, ürünlerin genetiğine müdahale edilerek transgenik bir insan formu ortaya çıkarılmıştır.

Şimdi soruyoruz; Tabletlerdeki gibi insan embriyosuna müdahale edilerek transgenik insan formu ortaya çıkarabilmek olabilecek bir şey mi yoksa sadece bir hayal mi?

Günümüze dönecek olursak; ABD Eski Başkanı Bill Clinton 1995 yılında düzenlediği bir basın toplantısında şunları söyledi: “Ülkemizin çeşitli yerlerindeki hastanelerde, üniversitelerde ve askeri üslerde hükümet destekli binlerce deney yapıldı ve bunlar gizli tutuldu.”

Bu açıklamayla devletin gizli kapaklı tesislerindeki deneylerde hayvanların yanı sıra insanların da kullanıldığı ortaya çıkıyor ve bunun için hükümetin en üst temsilcisi tarafından halktan özür dileniyordu. Ancak ironi yaparcasına Clinton’un açıklamasından bir yıl sonra Wisconsin Üniversitesi’nden izin alan James Thompson, tüp bebek kliniklerinden deneyleri için 36 embriyo temin etti.

O yıllarda ABD’de tüp bebek klinikleri kısırlık için yaygın bir çözüm haline gelmişti. Tüp bebek için anneden alınan yumurtalar babanın spermleriyle dölleniyor ve embriyolar kısa bir süre kuluçkada büyütülüp annenin rahmine geri ekiliyordu. Ancak embriyoların üçten fazlası genelde ekilmiyor ve bu fazla embriyolar ya atılıyor ya da saklanıyordu. Nadiren de taşıyıcı anne olmak isteyenlerin bedenine ekiliyordu. İşte James Thompson bu fazla embriyolarla deneyler yapmak için tüp bebek kliniklerinden 36 embriyo temin etmişti.

Thompson’un bu embriyolardan elde ettiği kök hücreler insan embriyogenezinin pek çok özelliğini sergilemişti ama yine de büyük kısıtlamalar vardı. Tüm insan dokularını oluşturma yetilerine sahip olsalar da sperm ve yumurta gibi belirli hücreleri verimli şekilde oluşturamıyorlardı. 1998’de Thompson’un makalesi Science dergisinde yayınlandıktan sonra ABD, Çin, Japonya, Hindistan ve İsrail gibi ülkelerdeki araştırmacılar, genlerin üreme hücreleriyle aktarımını sağlayabilecek bir insan embriyonik kök hücresi keşfedebilmek amacıyla embriyolar üzerinde çalışmaya başladılar.

Thomson’un çalıştığı Embriyonik Kök Hücreler(EK hücre) neden önemliydi?

Organizmadaki hücreler çeşitli nedenlerle ölünce bu ölü hücreleri yenileriyle değiştirmek için organların yeni hücre yapma yöntemlerine sahip olması gerekir. İşte bu işlevi kök hücreler yerine getirmektedir. Kök hücre, kendine has iki niteliği olan özel bir hücre tipidir. Birincisi farklılaşarak sinir hücresi veya deri hücresi gibi diğer işlevsel hücre tiplerine dönüşebilir. İkincisi ise kendisinin kopyalarını yaparak kendini yenileyebilir. Oluşan yeni kök hücreler de, tıpkı diğer kök hücreler gibi belli bir organın işlevsel hücrelerine dönüşebilir veya kendilerini yenileyebilir.

Kök hücre, kendi doğurganlığını hiç yitirmeden sürekli çocuklar, torunlar, üçüncü kuşak torunlar üreten bir nine gibidir. Bir doku veya organın hücreleri için sonsuz bir rezervuar görevi görür.

Çoğu kök hücreler sınırlı alanlarda bulunur ve sınırlı üretimler yapar: Örneğin kemik iliğindeki kök hücreler yalnızca alyuvar üretir. Fakat bir de embriyo halinde oluşan kök hücreler vardır ki bunlara embriyonik kök hücre ya da EK Hücre denir. EK Hücreler; her hücre tipine dönüşebilir ve bu dönüşüm özelliğine pluripotent denmiştir.

Ek hücreler ayrıca laboratuvarda organizmanın embriyosundan alınıp petri kaplarında çoğaltılabilirler, tüplerde dondurulup tekrar ısıtıldıklarında hayata dönebilirler, ayrıca genomlarına kolayca yeni genler eklenebilir veya var olanlar çıkarılabilir. Erken embriyonun hücreleriyle karıştırılıp farelerin rahmine konduklarında, bu hücreler bölünüp katman oluşturmuşlar ve her türlü hücreye dönüşmüşlerdir. Sonra da bu dönüşen hücreler organları oluşturacak şekilde organize olmuşlar ve çok katmanlı, çok hücreli organizmayı ortaya çıkarmışlardır; ‘gerçek bir fare!’

Ek hücrelerin bir başka kolaylığı da genomun hedeflenen noktalarında değişiklik yapmayı mümkün kılmıştır. Hatta bizzat genlerin içinde genetik değişiklikler yapma imkânı vermiştir. Bu sayede insanoğlu bir eşiği daha geçmiştir. Artık Ek hücreler sayesinde araştırmacılar istedikleri bir geni manipüle edebilmekte, bu genetik değişikliği genomda kalıcı hale getirebilmekte ve kuşaktan kuşağa aktarabilmektedir. Laboratuvar kabında hızlandırılmış evrim denen bu süreç doğal mutasyonları, insan eliyle ve istenen hedefe doğu yapılabilir hale getirmiştir. Genleri değişen hayvanlara Transgenik Hayvanlar adı verilmiş, 1990’ların başında yüzlerce laboratuvarda transgenik fare soyları yaratılmıştır.

Bu deneyler aynı zamanda zorlu etik soruları da beraberinde getirdi.

*Bu teknik insanlarda da kullanılabilir miydi?

*Transgenik insanların ortaya çıkışını kim denetleyecekti?

*Bu işin bir sınırı olmalı mıydı?

Bu noktada Anunnakilerin Atra Hasis metni aklımıza gelmektedir. İnsanoğlu sonunda bu aşamaya gelmişti ve artık geleceğe doğru yolunu çizmesi gerekiyordu.

1990’larda genetik tanıda önemli bir eşik daha aşıldı: Nature dergisinde yayınlanan bir makalede, embriyo henüz kadının bedenine nakledilmeden önce genetik tanıya izin veren yeni bir teknoloji tanıtıldı: İmplantasyon Öncesi Genetik Tanı Yöntemi

Tüp bebek yöntemiyle oluşturulan embriyo nemli kuluçkanın zengin besi suyunda bölünerek hücrelerden oluşan bir topa dönüşür. Üç günün sonunda hücrelerin sayısı 8 ve ardından 16 olur. İşte bu noktada içinden birkaç hücre çıkarıldığında embriyo hiçbir şey olmamış gibi normal gelişimine devam eder. Yani insan yaşamının bu aşamasında kuyruğunu kaybeden ama bundan hiç etkilenmeyen bir kertenkele gibidir.

Bu noktada insan embriyosuna erken bir safhada biyopsi yapılmaya başlandı. Çıkarılan hücreler genetik testler için kullanılabiliyordu. Testler tamamlandığında doğru genleri taşıyan embriyo rahme yerleştirilip diğerleri öldürülmeden dondurularak saklanabiliniyordu. Böylece insanoğlu pozitif ve negatif ıslahı bir arada, hem de cenini öldürmeden gerçekleştirmeye başlamıştı.

İmplantasyon öncesi genetik tanı da denen bu yöntem ilk defa 1989’da İngiltere’de kullanılmıştı. İki İngiliz çiftin birinin geçmişinde X Kromozomu bağlantılı zihin geriliği, diğerinin geçmişinde X Kromozomu bağlantılı bağışıklık sendromu vardı. Her ikisi de sadece oğlan çocuklarda görülen ve tedavisi olmayan hastalıklardı. Embriyolar dişi olanlardan seçildi ve her iki çiftte de sağlıklı ikiz kız çocukları doğdu. Bu ilk iki vaka neticesinde bazı ülkeler(Almanya ve Avusturya gibi) bu teknolojiye hemen yasak getirdiler. Bu yöntem, şu anda tek gen kaynaklı pek çok hastalığın henüz embriyo aşamasında tespit edilip elenmesi için kullanılabiliyor.

Embriyonik Kök Hücre Çalışmalarının ABD’de Yasaklanması

2001 yılında ise George Bush, ABD’de devlete bağlı tüm Ek hücre araştırmalarını o ana kadar üretilmiş olan 74 hücre hattıyla sınırladı. Artık tüp bebek merkezlerinden embriyo alınmayacaktı. O sırada kök hücre araştırmalarının devamını isteyen bilim adamları ve hastalar Washington sokaklarında gösteriler düzenlemeye başladılar. Bush ise buna karşılık “atık” tüp bebek embriyolarının taşıyıcı annelere nakledilmesiyle dünyaya gelen çocukları yanına alarak basın toplantılarına çıktı.

İnsanoğlu kritik bir eşikteydi. 300 000 yıl önceki Enlil ile Enki arasındaki ahlak ve etik tartışmaları bu kez insanlar arasında tekrar alevlenmişti. Bu tartışmalar sonunda 2009’da Obama hükümeti ABD’de yeni Ek hücre temini üzerindeki yasağı kaldırdı ve embriyolar üzerindeki çalışmalara izin verdi. Ancak Ulusal Sağlık Enstitülerinin iki yasağı hala devam ediyor:
Üzerinde çalışılan bu embriyoların insan ve hayvanlara aktarımı yasak, yani Enki ve Ninmah yaratılış Mitindeki ortaya çıkmış kusurlu insanları bir müddet daha göremeyeceğiz.
Ek hücrelerdeki çalışmaların sperm ve yumurta hücrelerine geçme ihtimali olan çalışmalara izin verilmiyor.

2014 kışında İngiltere’deki Cambridge Ünv. ve İsrail’deki Weizmann Enstitüsü’nden bir grup embriyolog ortak çalışarak ilkel tohum hücreleri –sperm ve yumurta benzeri hücreler – yapmak için bir sistem geliştirdiler. Tabi yapay insan embriyosu yaratma konusundaki yasal sınırlamalardan dolayı bu hücrelerin insan embriyosuna dönüşme durumu olur mu bilmiyoruz. Ancak kalıtım aktarabilme becerisine sahip hücre elde etme işinin kabasını hallettik.

İnsan genom mühendisliği için kritik bir eşikteyiz, özel bir andayız…
Gerçek bir insan Ek hücresi temini(sperm ve yumurta oluşturma becerisine sahip)
Bu hücre üzerinde güvenli ve kasıtlı genetik müdahaleler sağlayacak bir yöntem
Geni değiştirilmiş bu kök hücrelerin insan sperm ve yumurtalarına dönüştürülmesi
Bu değiştirilmiş sperm ve yumurtalardan tüp bebek yöntemiyle insan embriyosu üretimi
Genetiği değiştirilmiş insanın doğumu

Dünya’da genetik bilim kendi kendini sınırlamışken ve Atra Hasis Destanındaki Enlil’in söyledikleri 300 bin yıl sonra bu defa kabul edilmişken 2015 baharında Çin’deki bir laboratuvar kritik eşiği aştığını ve etik sınırları ihlal ettiğini duyurdu.

Guangzhou’daki Sun Yat Üniversitesi’nde Junjiu Huang önderliğindeki bir ekip, bir tüp bebek kliniğinden 86 insan embriyosu elde etmişti ve yaygın bir kan hastalığından sorumlu bir geni düzeltmek için CRISPR/Cas9 sistemini kullanmayı denemişti. Bu çalışmada 71 embriyo hayatta kalmış ve denenen 54 embriyodan yalnızca 4 tanesinde düzeltilmiş geni yerleşmişti. Bu embriyoların rahme aktarılıp aktarılmadığı bilinmiyor çünkü Çin bilgi vermiyor.

Dünyanın her yerinden bilim insanları, insan embriyosunu modifiye etme girişimine üzüntü ve endişeyle tepki verdi. Nature, Cell ve Science gibi en üst düzey bilimsel dergiler sonuçları yayınlamayı reddettiler. Sonuçlar Protein+Cell adlı internet sitesinde yayımlandı. Bu olaydan sonra Batıdaki yasakların kaldırılması gerektiği konuşulmaya başlandı. İnsan embriyosunun genomunu değiştirme projesi, kıtalar arası bir yarışa dönüyordu ve Çin bir adım öne geçmişti.

Peki, 1000 yılın buluşu da denen bu CRISPR/Cas 9 Yöntemi neydi?

Bakteriler virüs saldırılarına karşı özel savunma sistemleri geliştirmişlerdir. Bu iki ezeli düşman arasındaki çetin savaş o kadar uzun süredir devam etmektedir ki, virüslerin özellikleri bakterilere, bakterilerin özellikleri virüslere göre evrilmiştir. Bu düşmanlık genlere kazınmıştır. Virüsler bakterileri istila edip öldürmek için genetik mekanizmalar geliştirmiş, bakterilerde kendilerini savunmak için başka mekanizmalar geliştirmiştir. İyi bir viral enfeksiyon saatli bomba gibidir. Bir bakteri birkaç dakika içinde bombayı etkisiz hale getirmezse sonunda kendi de patlar.

2000’lerin ortalarında Philippe Horvarth ve Rodolphe Barrangou adlı iki araştırmacı bakterilerin virüslere karşı kullandığı bu savunma mekanizmalarından birini keşfetmişlerdi. Danimarka’da bir gıda şirketinde görevli olan bu iki araştırmacı peynir ve yoğurt üzerinde çalışırlarken bazı bakteri türlerinde, istilacı virüsleri felç etmek için virüslerin genomlarını kesen bir sistem görmüşlerdi. Bir tür moleküler sustalı bıçak diyebileceğimiz bu sistem, istilacı virüsleri DNA dizilerinden tanıyor, ardından virüsün DNA’sını gelişigüzel yerlerinden değil de hep belli yerlerinden kesiyordu.

Kısa bir süre sonra bakteri savunma sisteminin en az iki kritik bileşeni içerdiği anlaşıldı. Bunların birincisi “Arayıcı” idi. Bu arayıcı RNA virüs DNA sının ayna görüntüsüydü. Sanki bakteriler kendilerini yok eden virüsün resmini çekmiş ve bu virüse karşı bir koruma geliştirmişti. Savunma sisteminin ikinci elemanı ise “İnfazcı” idi. Viral DNA fark edildiği anda bakteride ki Cas9 adlı bir protein bölgeye geliyordu ve kesme işlemine başlıyordu.

2011 yılında Emmanuelle Charpentier adında bir bakteriyolog ile Jennifer Doudna adında bir biyolog (RNA biyolojisi üzerine çalışan) bir araya gelmişlerdi. Charpentier, Doudna’ya bakterilerin bağışıklık sistemlerine olan ilgisinden bahsetti ve 2012’de Charpentier ve Doudna bu sistemin programlanabilir olduğunu fark ettiler. Sonra da bu savunma sistemini kandırmayı öğrendiler: Arayıcı’yı sahtesiyle değiştirerek savunma sistemini başka genlere ve genomlara kasti kesikler açtırabiliyorlardı.

Doudna ve Charpentier “CRISPR/Cas9” adı verilen mikrobiyal savunma sistemiyle ilgili bulgularını 2012’de Science dergisinde yayımladılar. Makale çıkar çıkmaz biyologların hayal dünyasını harekete geçirdi. Takip eden yıllarda bu tekniğin kullanımı bomba gibi patladı.

Bu çok büyük bir adımdı ve şu anlama geliyordu: Bir gene atılacak kasti kesik potansiyel mutasyon kaynağı demekti. Artık genetik biliminin sonraki adımı istenilen bir geni keserek mutasyona uğratmak olabilirdi. Gen kesildiğinde kesilmiş bir halatın iki ucu gibi iki DNA ucu açığa çıkar ve bu uçlar budanır. Budamanın ardından gen, kayıp bilgiyi tekrar yerine koymanın derdinde kopya arar. Normalde, kesilen gen bu kayıp bilgiyi telafi etmek için hücrenin içinde bulunan diğer genin kopyasından almaya çalışır. Fakat hücrenin içi yabancı DNA ile dolmuşsa, o zaman gen bu bilgiyi ortalıktaki sahte DNA’dan kopyalar. Böylece sahte DNA parçasındaki yazılı olan bilgi, genoma kalıcı olarak kopyalanmış olur. Bu sisteme genom editleme ya da genomik ameliyat denmiştir.

Bu sayede mutasyona uğramış ve hastalığa sebebiyet veren bir gen, o genin ilk haliyle düzeltilebilir. Artık geni dilediğimiz gibi değiştirebilir ve genoma yeni genetik kod yazabilir durumdayız.

Bu kadar TESADÜF’ün üst üste gelmesi bizi yine anunnakilere götürüyor. Mikroplar tarafından geliştirilmiş kadim bir savunma mekanizması yoğurt mühendisleri tarafından keşfediliyor. RNA biyologları tarafından baştan programlanıyor. Şimdilerde yeni bir sistem daha geliştiriliyor. TALEN adı verilen bu enzim, genom editleme de kullanılıyor.

Son olarak soruyoruz;

Çin’de halen dört ekip daha insan embriyosuna kalıcı değişiklikler yapma çalışmaları yaptıklarını duyurmuşlardır. Tabi ki bu bizim bildiğimiz, bir de bilmediklerimiz var ki, bunu da ancak sonuçlar üzerinden tahmin edebiliyoruz. Çin’de gece görüşüne sahip çocuk gibi örnekler bu çalışmaların bir ürünü olabilir mi?

Tabletlerdeki gibi insan embriyosuna müdahale edilerek transgenik insan formu ortaya çıkarabilmek olabilecek bir şey mi yoksa sadece bir hayal mi?

Mavi kanlı insanlar gerçekten var mı? (Seç Haber Özel)


Komplo teorilerinin temel konularından birisidir “Mavi Kanlı İnsanlar” konusu. Sayısız iddia ve görüş ortaya atılmıştır bu konuyla ilgili ancak böyle insanların varlığına ilişkin henüz bir kanıt bulunamamıştır. Anunnakilerin ve onların dünyadaki temsilcisi olan ailelerin mavi kanlı olduğu ile ilgili görüşlerde mevcuttur. Biz de bu konuyu araştırarak mavi kan konusunu iki şekilde değerlendirdik; Sembolik ve Biyolojik

“Mavi Kan” sembolik bir kavram ise bize neyi anlatıyor?

Bununla ilgili görüşlerden ilkine bakacak olursak; bu terimin aslı İspanyolca’da ‘Sangre Azul’ Olarak bilinmektedir. İspanya’da, Kastilyalı krallar “Arap veya Yahudi kanı taşımadıklarını” ima etmek için ‘Sangre Azul’ yani ‘Mavi Kanlı’ olmakla övünürlermiş.




İkinci bir görüş de; benzer şekilde İspanya merkezlidir. Güneşten korunan beyaz tenli İspanyol aristokratlarının kollarında mavi damarlar daha belirgin görünmekte oysa yakıcı sıcakta tarlada çalışan köylülerin vücudu güneş yanığı içinde kalmaktadır. “Mavi Kanlılar” terimi mavi damarlı soyluları işçi ve köylülerden ayırmak üzere İspanyol diline girmiş ancak; daha fazla sahip çıkanlar ise İngilizler olmuştur. Sürekli eldiven giyen soylu kadınların bembeyaz tene ve mavi-mora yakın el damarların olması da bu iki görüşü desteklemektedir.



Üçüncü bir görüşe göre ise; Avrupalı asiller vaktiyle Tanrı’nın adını kullanarak sık sık yemin ederler, hatta küfür ederlermiş. “Nom de Dieu = Tanrı’nın adı” yahut “Par le sang de Dieu = Tanrı’nın kanı adına” en çok kullandıkları küfürmüş. Rivayete göre, bir din adamı Tanrı’nın adını lekeleyen bu tür küfürleri yasaklamış. Asiller de, dillerini tutamadıkları için, “Dieu = Tanrı” kelimesini, sesçe benzeyen ama masum “Bleu = Mavi” ile değiştirip, “Par Sang Bleu” şeklinde küfreder olmuşlar. Bu küfürleri sadece asiller kullandığı için, halk, asil sınıfa “lessangbleus” yani “Mavi Kanlılar” adını takmış.

Bir başka görüş ise; Agryria ismi verilen bir deri hastalığıyla ilgili. O vakitler soylular kendilerini her türlü hastalıktan ve özellikle vebadan korumak amacıyla gümüş çatal bıçaklar kullanır ve hatta gümüş tabletler yutarlarmış. Gümüşün fazla kullanılması durumunda Agryria denen bir deri hastalığı ortaya çıkmakta tenleri maviye benzeyen insanlara sebep olmaktaymış. Aynı hastalıktan muzdarip olan bir diğer grup ise gümüş madenlerinde çalışan işçilerdir.



Tüm bu görüşleri sunduktan sonra diyoruz ki “Mavi Kanlılar” teriminin eğer bir sembolik anlamı varsa; bize göre en makul açıklama bu yakıştırmanın beyaz tenlerini koruyabilmiş asilzade sınıfından ortaya çıkmış olmasıdır. Mavi kan teriminin ortaya çıktığı dönemlerde, işçi sınıfı aydınlanan günle birlikte çalışmaya başlar ve gün batana kadar mesailerine devam ederlerdi. Çalışmak zorunda olmayan asil sınıf ise şapkalarıyla gezen beyler ve yaz kış ayrımı olmadan ellerinden şemsiyelerini düşürmeyen hanımlardan oluşmaktaydı. İşçi sınıfı tüm gününü güneş altında çalışarak geçirdikleri için ten renkleri esmerleşirdi. Güneşten korunabilen ve beyaz tenlerini muhafaza eden asilzade sınıfının ise damarlarından akan kan, ten renkleri sebebiyle seçilebilir hale gelirdi. İşte bu mavi kandı.



Bu yüzden de soylu kişilerin kanlarının mavi olduğuna dair bir rivayet ortaya çıkmış olabilir. Günümüzde bile “mavi kanlı” deyişi işaret edilen kişinin soylu olduğunu göstermektedir.

Kısaca “Mavi Kan” Avrupa soylularının damarlarında akan, asilzadelerin beyaz derilerinin altında görülen mavimtrak grimsi bir kan olarak görülmektedir. Hatta Avrupa Birliği bayrağında bulunan mavi fon üstündeki yıldızlarında bu aileleri simgelediği iddiaları mevcuttur.



“Mavi Kan” eğer sembolik değilse, fiziksel olarak nasıl olabilir?

İnsan, hayvan ve bitkide oksijen taşıyıcı moleküller mutlaka bir metal içermektedir ve Oksijen bu metale bağlanıp taşınmaktadır. Metali sırtlayan/taşıyan protein zincirlerine”Globulin”demekteyiz.

Omurgalılarda, oksijen taşıyıcı moleküllerin genel adı “hemoglobin” olarak bilinir ve metal olarak demir kullanan moleküllerdir. Demir oksijene bağlandığında paslanan çivilerde de görüldüğü üzere kırmızı rengini almaktadır. Hemoglobin metali % 90 demirden oluşmakta, ancak içinde küçük bir miktar bakır da bulundurmaktadır.



Yerküremizdeki omurgasız, küçük deniz hayvanlarında metali bakır olan oksijen taşıyıcı moleküllerde keşfedilmiş ve “hemocyanin” adi ile adlandırılmıştır. Bakır oksijen ile birleştiğinde mavi renk almaktadır. Avrupa’daki kiliselerin mavi çatıları bu sayede olmaktadır. Kısaca mavi renkli kanı olan canlılarda oksijen taşıyıcı moleküldeki metalin bakır olduğunu direkt söyleyebiliriz.



O zaman şöyle diyebilir miyiz?

İnsan kanında demir hâkim ama; biraz bakır bağlanan kısmı da var hemoglobinin. Bu yüzden de insan kanı kırmızıdır. Anunnakilerin ve onların dünyadaki temsilcileri olan ailelerin kanında ise yüksek miktarda bakır hâkim olabilir ve düşük oranda ikinci bir metal de olabilir. Bu sayede kan renkleri mavi olanlar olabilir. Kısaca kırmızı kanlı varlıklara sıcakkanlı –mavi kanlı varlıklara soğukkanlı da diyebiliriz.

Biz de mavi kanlı olsaydık ne değişirdi?

Kanımızda demir yerine bakır daha fazla olsaydı, yani mavi kanlı olsaydık çok daha farklı olabilirdi belki de çünkü bakırın iletkenliği çok yüksektir. Hatta bakır, altın ve gümüşten sonra en iletken metaldir. Bakırın sağladığı bu yüksek iletkenlik zihin ve beden fonksiyonlarına algı açıklığı, uzun mesafe iletişim gibi ekstra özellikler kazandırıyor olabilir. Bakır ayni vücut içinde iletişimi de yükseltebilir. Sağlıklı insanda her tür yara çok daha çabuk iyileşmekte ve hücreler birbirleriyle hücre zarı tonusu /elektrik potansiyelini her an paylaşmaktadır. Yaralı doku çevresindeki sağlıklı hücre sinyalini bakır iletkenliğiyle ne denli güçlü alırsa o kadar çabuk toparlanabilir.

Bakırın ikinci faydası dokuya oksijen sağlama gücü olabilirdi. Hemoglobin molekülünde demire bağlı oksijenin, demirden ayrılıp dokuya salınımı ve hemocyanin molekülünde bakıra bağlı oksijenin bakırdan ayrılıp dokuya salınım dinamikleri farklıdır. Demirden ayrılış çevre şartlar ile çok ilgilidir. Dokudaki düşük oksijen yanında demir mitokondrial aktiviteden etkilenmektedir. Mitokondri aktif enerji üretiyorsa demir dokuya daha yoğun oksijen serbest bırakmakta aksi halde ise daha düşük miktarda oksijen bırakmaktadır. Bakırdan oksijenin serbest bırakılması ise çevresel şartlardan göreceli olarak daha bağımsızdır.

Bakır; altın ve gümüşe kıyasla daha ulaşılabilir olduğu için tek başına ya da başka metaller ile karıştırılarak tarih boyu hep kullanılmıştır. Örneğin; kalay ile karıştırıp bronz üretilmesi gibi…

Sonuç olarak; mavi kanlı bir insan ortaya çıkana kadar burada anlatılanlar hep bir olasılık olarak kalacaktır.

Bu araştırmamda bana yardımcı olan sevgili dostum Hematopatolog Dr. Özden Özer’e teşekkürler.

Luvi Şehri Olan Truva'da Türk'ün Çarığı mı Çıktı? - Gök Türk (Seç Haber Özel)


Mısır’da Napolyon’un bulduğu üç dilli Rosetta Taşı sayesinde, Mısır Hiyeroglif dili 1822’de çözülmüş ve “Egyptology” olarak adlandırılan “Eski Mısır Bilimi” oluşturulmuştur. İran’ın Persepolis kentinde bulunan ve Kral Darius’un üç dilde yayınladığı Behistun Yazıtları sayesinde 1957’de Akkad, Asur, Babil dillerinin okunması mümkün olmuş ve üniversitelerde kürsüler kurulmuştur. Sümer dili ise 1869’da Fransız Nümismatik Derneği’nde Julles Opert’in teklifiyle tanınmış, Asurbanipal sarayından çıkan Akkadca-Sümerce sözlükler sayesinde çözülmüştür.

Bu tarihten sonra seri şekilde ortaya çıkan Sümer, Akkad, Babil, Asur, Mısır, Hitit vs. dilleriyle yazılmış steller, tabletler, papirüsler, kaya yazıtları gibi yaklaşık beş yüz bin parça, insanlık tarihini tümüyle değiştirmiştir. Ancak ne ilginçtir ki; tüm bu dillerle aynı zamanlarda Anadolu’da ortaya çıkan Luvi Hiyeroglifleri diğer diller gibi ilgi görmemiş, bu dilin okunabilmesi için gösterilen çabalar küçük gruplar ve ekiplerle sınırlı kalmış, sonuçta da 21. Yüzyıla kadar Luvi diliyle yazılan metinler sırlarını korumaya devam etmiştir.

Son otuz yılda ise Luvilerle ilgili araştırma yapan bilim adamlarının sayısı artmış; makaleler, seminerler ve çalışmalara başlanmış, hatta organizasyonlar bile ortaya çıkmıştır. Bu alanda çok ciddi araştırmalar yapan İsviçre merkezli bir araştırma vakfı olan Luwian Studies Başkanı Dr. Eberhard Zangger Luvi diline bu ilgisizliğin nedenini bilim dünyasının ırkçı tavırlarına bağlamaktadır. Ona göre Yunan uygarlığı bugün medeniyetin beşiği sayılmakta, Luvi Uygarlığı ise bu genel kabule bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü aslında Helen uygarlığının temeli Luvi uygarlığıdır. Zannger’in ilginç iddialarından biri de bir Luvi kenti olan Wilusa bölgesindeki Truva’nın aslında Atlantis olduğudur…

Ben de yaptığım araştırmalarda Truva’nın Platon’un belirttiği Atlantis ile çok benzer olduğu sonucuna ulaştım ancak bir farkla; Atlantis bana göre Luvi’nin genel adıydı. Bizler hala Hititlerin adlandırdığı terim Luvi’yi kullanıyoruz ama Luviler kendilerine ne diyordu bilmiyoruz. Truva ise Atlantis’in baş şehri. On bölgesi bulunan Luvi, yani Atlantis’in başkenti, Poseidon ile Kleito’nun ilk oğlu Atlas’ın şehriydi. Kısaca Hititlilerin “Işık İnsanları, diğer halkların “Deniz İnsanları” olarak adlandırdığı Luviler aslında ATLANTİS’in son nesliydi.


Zaten de Platon’un Timaios ve Kritias kitaplarını baz alacak olursak iki Ege kültürüne sahip uygarlığın birbirleriyle savaşını çok net görmekteyiz:

Bir tarafta; rahipler ve tüccarlar gibi çeşitli sınıflara ayrılmış, ana silahlanması mızrak ve kalkandan oluşan, başkenti Atina olan, MÖ. 1300 lerde var olmuş(Mısırlılarda Yıl kavramı Ay için kullanılıyordu. Bknz. Manetho) bir devlet;

Diğer tarafta; çeşitli sınıflara ayrılmış, ana silahlanması mızrak ve kalkandan oluşan, iç ulaşımı üç küreklilerden, ordusu bin iki yüz kürekli gemi, on bin at arabası ve arabalı savaşçılardan oluşan, Poseidon Tapınağına sahip, kanatlı at heykelleri, nereidleri, hipodromu ve akropolü olan, başkenti Atlantis olan bir devleti yenmiştir.

Timaios ve Kritias’ı birazcık kurcalayanlar aslında Platon’un Akhalar(Mikenler) ile Truvalılar(Luviler) arasındaki savaşı yani Truva Savaşı’nı anlattığını hemen fark eder. Hatta sadece Platon değil, Mısır’daki Merenptah steli, III. Ramses’in Medinet Habu’daki duvar yazıları da bu savaşı anlatmaktadır.

Bu konuyu şimdilik bir kenara bırakalım ve iki soru soralım:
Gerçeklerin birer birer ortaya çıkmaya başladığı bu yüzyılda Atlantis gerçekten de Batı Anadolu topraklarıysa ve eğer böyle bir bilgi ortaya çıksın istenmediyse Luvi dili sabote edilmiş olabilir mi?
Yaklaşık yüz elli yıldır yabancılar tarafından kazılan Truva ören yerinde Atlantis ile ilgili kalıntılar bulunmuş ve gizlenmiş olabilir mi?

İlk sorunun cevabı James Mellaart’ta mı gizli?

Geçtiğimiz yüz elli yılda İngilizler tarihin akışını manipüle etmek amacıyla yaptıkları iki büyük sahtekârlıkla gündeme gelmişlerdir:

– Albay Vyse’nin Mısır’daki Büyük Piramit’in Kral Odası’nın üstündeki hermetik mühürlü bölmeleri patlayıcıyla açıp sonra da mogra adı verilen bir boyayla duvarlara yazdığı yazılar,

– Charles Dawson’un insan kafatası ile orangutan çenesini birbirine yapıştırıp Homosapiensin atasını buldum dediği ve kırk yıl boyunca sergilenen ve kabul gören Piltdown Adamı vakası

-Üçüncü olarak ise; bir başka İngiliz James Mellaart’ın Luvi dili ile ilgili manipülasyondan önce Anadolu Hiyeroglifleri ile ilgili kısa bir bilgi verelim:

1812’’de ise Suriye’nin Hama kenti üzerinde Luvi Hiyeroglifleri taşıyan taş bloklara rastlanmış, 1878 yılında ise Afyonkarahisar’ın 34 Km. kuzeyinde Beyköy’de çok sayıda taş blok bulunmuştur.

Fransız arkeolog George Perrot, Beyköy’e giderek yazıtı kopyalayabilmiş, ardından Edremit’te de benzer bir blok olduğunu öğrenerek oraya gitmiştir. İki yerdeki yazıtlarının çıkarmış olduğu başarılı kopyalarını hem Osmanlı hükümetine sunmuş, hem de yanında götürmüştür.

Bulguların önemli olduğunu düşünen Osmanlı hükümeti, Beyköy’deki taşların emniyete alınmasını emretmiş ancak bu konuda hemen bir gelişme olmamıştır. Eski Eserler Müdürlüğünün yöneticisi Beyköy’e bizzat gittiğinde de taşların yeni yapılan caminin temelinde kullanıldığı bilgisine ulaşmıştır. Kızgınlıkla, tüm köyün aranması emredilmiş ve bu arama sırasında, sonradan “Beyköy Metinleri” olarak anılacak, Hitit dilinde çivi yazısı ile yazılmış üç büyük tunç tablet bulunmuştur. Bundan sonra, 1919’da İsviçreli Süryani ve Hittitolog Emil Forrer, ilk kez Luvi dilindeki çivi yazısı arşivindeki belgeleri okuyabilmiştir.

1946 yılında Osmaniye ilinin Kadirli ilçesi yakınlarındaki Arslantaş Kalesi’nde bulunan, “Arslantaş Yazıtı” adıyla bilinen çift dilli Fenike-Luvi yazıtı Luvi dilinin çözülmesine katkı sağlamıştır.

1950’li yıllarda, Ankara’daki Maarif Vekaletinde Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü Hamit Zübeyir Koşay, Beyköy Metinlerinin ayrıntılı çeviri ve yayını için hükümetten izin almış, sonrasında dünyanın en saygın hititologlarından, Yale Üniversitesi’nden Albrecht Goetze ile anlaşmıştır. Çalışmaya Türkiye’den de Arslantaş Kalesi’deki kazılarında bulunmuş olan ve Luvi dili üzerinde çalışmalar yapmış olan Prof. Dr. Uluğ Bahadır Alkım ve onun eşi Handan Alkım katılmıştır.

1953’ten sonra Hattuşaş’tan gelen Luvi çivi yazısı metinleri yayınlandığı zaman, çivi yazısı ve Luwi kökenli hiyeroglif yazısı okunabilmiştir. Tüm gelişmeler ışığında 1956 yılında, yalnızca Beyköy Metinlerini değil, edinilen diğer yazıtları da içeren, geniş kapsamlı, uluslararası bir proje ortaya çıkmıştır. Albrecht Goetze başkanlığındaki proje ekibi Harvard Üniversitesi’nden Edmund Irwin Gordon, Londra’daki British Museum’ın küratörü Richard David Barnett, Hamit Zübeyir Koşay Uluğ Bahadır Alkım ve Handan Alkım’dan oluşmuştur.

İngilizlerin Efsanevi Arkeologu James Mellaart projeye dâhil oluyor.

Projenin ana odağında olan Beyköy Metinlerinin Albrecht Goetze ve Edmund Irwin Gordon tarafından çevirisi 1960 yılında tamamlanmış görünmektedir, çünkü projeye sonradan dâhil olacak olan İngiliz Mellaart o tarihte Goetze’nin British Institute of Archaeology at Ankara Kütüphanesine metinlerin kopyalarını eklediğini bildirmiştir. Ancak ilginçtir bu çalışma Goetze 1971 yılında ölene kadar bir türlü yayınlanmamıştır.

Bahadır Alkım ve eşi İngiltere’ye 1976 yılında yaptıkları iki aylık araştırma seyahati sırasında, James Mellaart’tan bir makale yazmasını rica etmiş ve Mellaart bu öneriyi kabul ederek böylece projenin bir üyesi olmuştur.

Mellaart’ın geçmişine baktığımızda ilginç ayrıntılar dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle Çatalhöyük ve Hacılar kazılarını da yapmış olan Mellaart otuzlu yaşlarında Dünya’nın en etkili arkeoloğu olarak kabul görmüş ancak sonrasında yaptığı çeşitli sahtecilik işleriyle anılmıştır. O dönemde Luvi hiyerogliflerine dair bilgisiz biri olarak görülmektedir ancak sonradan ortaya çıkan defterlerine bakılarak Luvi diline 1940-1950 yıllarından beri çalıştığı ve uzmanlaştığı anlaşılmıştır. Kanlıca’daki kendilerine ait olan Saffet Paşa Yalısına, aralarında ünlü casus Kim Philby (1912-1988), nüfuzlu koleksiyoncu ve Alman bankeri Hans Sylvius von Aulock (1906–1980) gibi tanınmış misafirlerin sıkça gidip geldiği anlaşılmış, bu ünlü yalı Mellaart’ın bu projeye dâhil olduğu yıl yani 1976 yılında, ilginç bir şekilde Mellaart’ın çalışma odası ve çalışmalarıyla birlikte yanmıştır.

Proje ekibinde Goetze’den sonra ikinci kayıp 1981 yılında Bahadır Alkım’ın altmışaltı yaşında vefat etmesiyle yaşanmıştır. Sonra peşi sıra 1984’te Edmund Irwin Gordon, ertesi yıl 1985’te Handan Alkım ve Hamit Zübeyir Koşay, 1986’da da Richard David Barnett vefat etmiştir. Böylece bu uluslararası projede yer alan tüm araştırmacılar projeye dair hiçbir yayın yapılamadan ölmüşlerdir.

Projede tek başına kalan Mellaart, Batı Anadolu’nun siyasal coğrafyasına dair makalesini, 1984 yılında yayınlamış ama “Arzava’nın Tarihi ve Coğrafyası” adlı bu yayın hiçbir zaman kitap olarak basılmamıştır.

Mellaart sonradan Uluğ Bahadır Alkım için şu ifadeleri kullanmıştır: “düzenlediği bu metinlerin 2000 yılında yayınlanmasını arzu ettiğini belirtti. Eğer bir nedenle gecikme olursa, … başka kaynakların engellemelerini boşa çıkarmak için çevirinin daha geniş bir çevre ile iletişimi yapılmalı”. Bu ifadelerden sonra şu eklenmiştir: “Eğer ben, James Mellaart, 2000 yılını görmez isem, yazınsal vasilerimin yayını sağlamalarını arzu ederim. J. Mellaart”. Başka bir el yazısı notta Mellaart, Alkım’ın dul eşi Handan Hanım’ın 1984 yılındaki vefatından önce yazıtın yayınlanması için Mellaart’a söz verdirdiğinden bahsetmiştir.

Burada en merak edilen konu “başka kaynakların engellemeleri” derken ne kastedilmiştir? Sorusudur. Acaba bu kaynaklardan biri projeye ilginç bir şekilde dâhil olan ve ekibin güvenini kazanmış olan Mellaart’ın kendisi olabilir midir diye düşünüyoruz.

Mellaart sonrasında bu projenin tarihçesi ve yayınlanamayan içerikleri ile ilgili bilgileri 1993’te az bilinen bir yayında anlatmış ve ardından Beyköy metinlerinin içeriğini Eberhard Zangger’e 1995 yazında gönderdiği iki uzun mektup ile özetlemiştir. Mellaart’ın 1981’de vefat etmiş olan Uluğ Bahadır Alkım tarafından yazılan Beyköy 2 akademik değerlendirmesini de çalışmasına eklemiştir.

Neden bu projeden bir yayın çıkmadığı, neden bu metinlerin tarih kitaplarına giremediği, bu metinlerde neler anlatıldığı, neden Mellaart’ın kendisi kitap çıkarmak ya da makale yazmak yerine belgeleri Zannger’e gönderdiği cevaplanması mümkün olmayan sorulardır.

Mellaart’ın Sahteciliği Ortaya Çıkıyor

Şubat 2018’in son haftasında Zangger, 2012’de ölen Mellaart’ın Kuzey Londra’daki çalışma odasını incelemek için izin almıştır. Amacı, 19. yüzyılda Batı Anadolu’da Beyköy yakınlarında bulunduğu söylenen, Mellaart’ın ‘çiviyazısı tabletlerin İngilizceye çevirisi’ olarak tanımladığı Beyköy Metni’nin güvenilirliğini destekleyecek bir kanıt bulmaktır. Oysa Londra’daki bulgular Mellaart’ın bu metinleri tümüyle uydurduğunu ortaya koymuştur.

Mellaart’ın 1981’de vefat etmiş olan Uluğ Bahadır Alkım tarafından yazıldığını iddia ettiği Beyköy 2 akademik değerlendirmesinin bizzat kendisi tarafından yazıldığının ortaya çıkması ise tam bir fiyasko olmuştur. Değerlendirme belgesinin karbon kopyaları, Mellaart’ın evinde, halen özgün daktilo sayfalarına iliştirilmiş durumda bulunmuştur.

Zannger diyor ki: “Her şeyi hesaba kattığımızda, Mellaart’ın dosyalarındaki Luvi hiyeroglif metinlerinin ve özellikle Beyköy 2 metninin sahte değil, gerçek keşifler olduklarını kabul etmek için elimizde yeterli neden bulunuyor. Geriye kalan soru şudur: Mellaart bunları nasıl elde etti?

Ve daha önemlisi: Mellaart’ın gördüğü ve kopyalayabildiği özgün çizimler nerede? Bu soruların yanıtları belki de hep bir sır olarak kalacak.”

Bizde diyoruz ki; Luvi metinleri gerçek ise;

Atlantis gerçekten de Batı Anadolu topraklarıysa ve eğer böyle bir bilgi ortaya çıksın istenmediyse Luvi dili ve metinleri hangi amaçla sabote edilmiş olabilir? Bulunan ve gizlenen başka metinler de var mıdır? “Alantallis” olarak çevrilen kelimeleri gördüğümüz bu metinlerde “Atlantis” yazan kısımlar ele geçirilmiş olabilir mi? Mellaart tüm kariyerini hiçbir karşılık almadan neden riske attı?

İkinci sorunun cevabı ise Truva ‘da mı gizli?

Bu konuda çok fazla şey söylemeye gerek yok çünkü Çanakkale Ünv Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner 2012’de Truva kazılarını üstlendiğinde şunları söylemişti:

“Troia’da yaklaşık 150 yıldır yabancılar kazı yapıyor. Ama ortaya çıkan kalıntılar geçen süreyle uyumlu değil. Troia’da kazıların ÇOMÜ liderliğine geçmesiyle birlikte çok hızlanacağını düşünüyoruz.”

Troia Antik Kenti’ndeki kazılarda 32 yıldır görev alan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Rüstem Aslan ise kazıların 150’nci yılına ulaşmasına rağmen Troia’nın çözülememiş gizemleri ve yanıt verilemeyen sorular bulunduğunu söylemiştir.

Sonuç olarak;

Dokuz katmanlı şehir Truva’nın nekrolopü dahi henüz bulunamamıştır ancak ortaya çıkan çok az buluntudan biri Luvi Mührü olmuştur. Luvi metinleri bize Truva’nın bir Luvi şehri olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Atlantis-Luvi-Truva üçgeninde kritik eşik aşılmak ve Anadolu’nun sırları ortaya dökülmek üzeredir. Ancak tüm bunlardan daha ilginci Truva Savaşı’nın Anadolu’daki ilk kurtuluş savaşı olduğu, 3200 yıldır doğu ile batı arasındaki bu savaşın devam ettiği, son kurtuluş savaşının da Atatürk ile yapıldığı iddialarıdır. Bugün, Gelibolu Yarımadası’nın uç kısmında, Truva Savaşı’nın ilk şehidi Protesilaos’un anıt mezarı ile Seddülbahir Köyü içinde Çanakkale İlk Şehitler Anıtı yan yanadır.

Luvilerin yani Truvalıların verdiği bilgilerde acaba tarihi değiştirecek neler vardı ki hep gizlendi?

Acaba Atlantislilerin Anadolu’da yaşayan nesilleri mi anlatılıyordu?

Truvalıların yani Luvilerin oluşturduğu deniz birlikleri ile Mısırlıların savaşında tek tek sayılan Luvi halkları içinde Etrüsklerin de bulunması Türklerin binlerce yıl evvel Anadolu’da bulunduğunun bir kanıtı mıydı?

Helenlerin Herkül dediği Fenike’nin Melkart ya da Baal dediği Urfa Soğmatar’da ve Saymalıtaş’taki çizimlerde güneş tanrısı olarak bilinen Samaş’ın Türk Mitolojisindeki Gök Tengri olması, kardeşi İnanna’nın da Umay Ana olması tarihin çok daha derin sırlar barındırdığını mı anlatıyordu?

Mondros Mütarekesi’nin Akhaların Başkomutanı Agamemnon’un adı verilmiş olan zırhlı da imzalatılması, Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet’in Çanakkale ziyaretlerinde “Hektor’un öcünü aldık demesi” birer mesaj mıydı?

Mısırlı rahipler Solon’a “Ey Solon! Bildiğiniz tarih çocuk masalı bile değildir.” derken tüm bunları mı kastediyordu? diyerek Atamızın bir anısıyla yazımızı sonlandırıyoruz:

13 Nisan 1934 Bergama Asklepion Tiyatrosundaki Antik yerler gezilirken Osman Bayatlı ve Alman Arkeologlar Atatürk’e açıklamalar yaparlar. Eski Yunan ve Roma uygarlığı üzerine hayranlık derecesine varan anlatımlar yapıldıkça Atatürk sıkılmaya başlar ve sonunda der ki:

“Biraz daha kazarsanız, Türk’ün çarığı çıkar.”

Göktürk Ramu 11.11.19

8 Şubat Bodrum Eğitimi "Anunnakiler ve Atlantis-Luvi Bağlantısı"


Bodrum eğitimimiz keyifli geçti. Başta organizasyon sahibi Leyla Okay Çiftçi olmak üzere tüm katılımcılara teşekkürler
Eğitim Detayları

1. Bölüm;
- Dünya Tarihçesi M.Ö. 443 000- M.S. 2019
- Homosapiens’in Ortaya Çıkışındaki Anunnaki Faktörü
- Kadim Bilgilerde Homosapiense Yapılan Genetik Müdahaleler
- Anunnakilerin İnsana Hediyesi; 23. Kromozom (X-Y)
- Anunnaki Irklarının Günümüze Yansıması; Kan Grupları
- RH Negatif Kan ve İgigiler (Düşmüş Melekler)
- Mavi Kan ve Kandaki Oksijeni Taşıyan Bakır
- Astronominin ve Astrolojinin Başlangıcı

2. Bölüm
- Atlantis-Luvi Bağlantısı
- Platon, Solon ve Atlantisliler
-Atlantis'in Ege'deki Kentleri
- Anadolu'da yaşayan Atlantisliler

"Yürümek kâfidir, sadece yürü...
Davet edilenler yollarını bulacaktır..."
Bab'Aziz

Göktürk Ramu
Anunnakiler konusunda üç kitap yazmış bir araştırmacıdır.
Kitaplarının biri İngilizce‘ye çevrilmiştir.

Kitapları
Amon Ra - Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü
Son Çağrı - Anunnakilerle Temas
Anunnakiler - Sümer'in Göksel Ataları
Anunnaki Theory Authenticated With a New Twist

9 Kasım 2019 Cumartesi

23 Kasım Ankara Eğitimi "Anunnakiler ve Atlantis-Luvi Bağlantısı"


Anunnakiler ve Atlantis-Luvi Bağlantısı Ankara Eğitimi

- Atlantis'in Aramızdaki Çocukları
- Atlantis-Luvi Bağlantısı
- Platon, Solon ve Atlantisliler
- Atlantis'in Ege ve Akdeniz'deki Kentleri
- Anadolu'da yaşayan Atlantisliler
- Alternatif Dünya Tarihçesi M.Ö. 443 000 - M.S. 2019
- Homosapiens’in Ortaya Çıkışındaki Anunnaki Faktörü
- Anunnakilerin İnsana Hediyesi; 23. Kromozom (X-Y)
- Anunnaki Irklarının Günümüze Yansıması; Kan Grupları ve RH Negatif Kan
- Astronominin ve Astrolojinin Başlangıcı

Göktürk Ramu, Anunnakiler konusunda üç kitap yazmış, Anunnakiler kitabı İngilizce'ye çevrilmiş bir araştırmacıdır.
Göktürk Ramu bu eğitimde Atlantis'i tüm detaylarıyla işleyecek, Anunnakilerle Atlantis bağlantısını sorgulayacaktır.

Kayıt ve bilgi için:
Ankara @aysegulunatolyesi26
23 Kasım Cumartesi 13.00 - 18.30
0 532 051 92 87 - 0 532 596 72 78
Ayşegül'ün Atölyesi
Bülbül Deresi Caddesi 111/4 Küçükesat, ÇANKAYA

4 Ocak İzmir Eğitimi "Anunnakiler ve Atlantis-Luvi Bağlantısı"


Anunnakiler ve Atlantis-Luvi Bağlantısı İzmir Eğitimi

- Atlantis'in Aramızdaki Çocukları
- Atlantis-Luvi Bağlantısı
- Platon, Solon ve Atlantisliler
- Atlantis'in Ege ve Akdeniz'deki Kentleri
- Anadolu'da yaşayan Atlantisliler
- Alternatif Dünya Tarihçesi M.Ö. 443 000 - M.S. 2019
- Homosapiens’in Ortaya Çıkışındaki Anunnaki Faktörü
- Anunnakilerin İnsana Hediyesi; 23. Kromozom (X-Y)
- Anunnaki Irklarının Günümüze Yansıması; Kan Grupları ve RH Negatif Kan
- Astronominin ve Astrolojinin Başlangıcı

Göktürk Ramu, Anunnakiler konusunda üç kitap yazmış, Anunnakiler kitabı İngilizce'ye çevrilmiş bir araştırmacıdır.
Göktürk Ramu bu eğitimde Atlantis'i tüm detaylarıyla işleyecek, Anunnakilerle Atlantis bağlantısını sorgulayacaktır.

Kayıt ve bilgi için:
İzmir 4 Ocak Cumartesi 13.00 - 18.30
0 531 793 37 51
Sowilo Danışmanlık
Talatpaşa Macro Center Karşısı
Palmiye Apartmanı 7. Kat D:13 Alsancak
@makbule_prempavak

9 Kasım Cumartesi Balat Turumuz Keyifli Geçti.




Balat'ta dinlerin ve Anunnakiler'in izini sürdük.
Bu gezide beni en çok heyecanlandıran yer Meryem Ana Kilisesiydi çünkü orada yoğun enerji ve büyülü havanın yanında, tarihte yaşanmış anunnaki müdahalelerini de gördük. Ek olarak kaynağı bir türlü bulunamayan şifalı suyu, Avar ordusuna yukarıdan yapılan müdahaleyi, Meryem Ana ile ilgili kilisede yaşanan gariplikleri konuştuk.

Göktürk Ramu anlatımlarıyla 9 Kasım Cumartesi Balat Gezisinde görülen yerler:
Panayia Vlaherna Ayazması Meryem Ana
Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi
Surp Hıreşdagabed Kilisesi
Agora Meyhanesi
Sveti Stefan Kilisesi