Bırakın doğruları gelecek söylesin ve herkesi eserlerine ve başarılarına göre değerlendirsin. Bugün onların olsun; ama uğrunda çok uğraştığım gelecek, benimdir. Tesla
Büyük Aztek Takvim Taşı Tenochtitlan yani şimdiki Mexico City’nin kutsal alan bölgesi içinde 1790 yılında keşfedilmiştir. Azteklere göre insanoğlunu etkileyen tüm olaylar dört çağa ve “Güneş” e bölünmüştü. Aztekler kendi zamanlarının bu beş çağın en yenisi, Beşinci Güneş Çağı olduğunu düşünüyorlar, daha önceki dört çağında tufan gibi doğal sebeplerle ya da tanrılar arasındaki savaşlarca tetiklenen felaketlerle sona ermiş olduğuna inanıyorlardı. İşte halen Mexico City Ulusal Antropoloji Müzesinde sergilenmekte olan Büyük Aztek Takvim Taşı’nın bu beş çağı işaret ettiğine inanılmaktadır.
Büyük Aztek Takvim Taşı’nın orta panelini çevreleyen semboller ve ortadaki betimlemenin kendisi pek çok incelemeye konu olmuştur. İlk iç halka açıkça Aztek ayının yirmi gününe denk gelen yirmi işareti betimlemektedir.
Ortadaki yüzü çevreleyen dört dikdörtgen panelin geçmiş dört çağı ve her birini sona erdiren felaketi “1. SU, 2. RÜZGAR, 3. DEPREMLER-FIRTINALAR , 4. JAGUAR” temsil eden glifler olduğu kabul edilmektedir.
Büyük Aztek Takvim Taşı; Dört çağın hikâyesi, bu çağların uzunluğu ve başlıca olayları hakkında verdiği bilgi bakımından çok değerlidir. Yazıya kayda geçirilmeden önce çok uzun bir sözlü geleneğin parçası olduklarını düşündüren çeşitli versiyonların hepsi (bazı yerlerde değişiklik gösterse de) ilk çağının sonunun büyük bir tufanla geldiği konusunda hemfikirdir. İnsanoğlu hayatta kalabilmiştir çünkü bir çift canlarını bir kütüğe binerek kurtarmayı başarmıştır. Aynı zamanda sonu tufanla biten bu ilk çağ “Beyaz Saçlı Devler”in çağıdır. Sümer metinlerine göre de tufandan önceki çağ uzun boylu uzun yaşama sahip anunnakilerin çağıydı. İnsanlar anunnakilere hizmet ediyorlardı. Sümerlerin "Anunnakiler" dediği bu devlere Tevrat’ta da "nefilimler" denmektedir.
Tufandan sonraki ikinci çağ “Tzoncuztique” yani “Altın Çağ” olarak anılmaktadır ve “Rüzgâr Yılanı” tarafından sona erdirilmiştir. Sümer metinlerine göre Ninurta, tufandan sonra havalanmış ve uzak bir diyarda kayalarda büyük yarıkların oluştuğunu ve bu yarıklardan nehirlere altın aktığını görmüştür. Sonrasında Ninurta kardeşi Adad(Teşup)ile birlikte bu uzak diyara giderek orada bulduğu tufandan kurtulan insanları kullanarak nehirlerden bu altınların toplanmasını sağlamıştır. (Günümüzdeki kovboy filmlerinde nehirlerden nasıl altın toplandığını muhtemelen görmüşsünüzdür).
Anlatılan bu uzak diyarın Amerika Kıtası olduğu sadece tahmin değil bir olgudur. Çünkü Anadolu motiflerinde kendisine Fırtına Tanrısı olarak yer bulan Hitit Tanrısı Teşub Amerika’da da kendisine Fırtına Tanrısı Viracocha olarak yer bulmuştur. Hatta sadece uçaklardan farkedilebilen yer yüzüne çizilmiş dev bir motif bugün bile denizden gelenlere Amerika Kıtasının Teşub’a ait olduğunu belirtmektedir.
Altın Çağ’ın(Bence altın toplama çağı) Rüzgâr Yılanı tarafından nasıl bitirdiğine ilişkin anlatılan olayın ne olduğunu ancak tahmin edebiliriz. (Belki de Hintlilerin Mahabharata Destanında anlatılan tanrılar savaşı gibi bir tanrılar savaşı da burada olmuştu halk için büyük yıkıma yol açan…)
Üçüncü Çağ’da baskın olan Ateş Yılanı’dır. Bu çağ “Kızıl Saçlı Halk” ın Çağıdır. Bu Kızıl Saçlı Halk doğudan gemilerle buraya gelmiş ve Botonchan denilen yerde yerleşmişlerdir. Bu halk orada devler ile karşılaşmışlar ve onlar tarafından esir alınmışlardır. Acaba Amerika Kıtasında Ninurta-Adad ikilisine bağlı daha alt rütbeli anunnakiler midir bu devler?
Dördüncü Çağ “Kara Başlı Halk” ın çağıdır. Sümerler metinlerinde ve sonraki bin yıllarda Babil, Asur, Akkadlarca yazılan tabletlerde Sümerlerin “Kara Başlı Halk” olarak belirtilmesi acaba hoş bir tesadüf müdür?
Ouetzalcoatl yani Thot bu çağda ortaya çıkmıştır. Boylu poslu, çehresi aydınlık, sakallı, uzun bir tunik içinde resmedilen tanrının bir yılanı andıran asası; siyah, beyaz ve kırmızıya boyanmış olan kakma değerli taşlarla ve altı yıldızla süslüdür. (Meksika’nın ilk psikoposu Zumarraga’nın asası da aynen böyle yapılmıştır.) Toltek başkenti Tollan bu çağda inşa edilmiştir. Bilgelik ve bilginin ustası Ouetzalcoatl öğrenmeyi, zanaatı, yasaları ve elli iki yıllık devreye göre zamanı belirlemeyi işte bu çağda ortaya koymuştur.
Sümer metinlerine göre ise Thot takipçileriyle birlikte M.Ö. 3113 te uzak diyara gitmiş ve hicretini bir takvimle başlatmıştı. Kadim Maya Takvimimin başlangıç tarihininde aynı tarih olması yazılanların mit değil olgu olarak kabul edilmesiyle ancak açıklanabilecektir. Dördüncü Çağ’ın sonuna doğru tanrılar arasında bir savaş patlak vermiş ve Ouetzalcoatl gelmiş olduğu yere doğuya dönmüştür. Homeros’un İlyada’sında tanrıların Truva Savaşı’na sürekli müdahil olduğunu hatırlarsınız. Azteklere göre ise tanrılar bizzat savaşmıştır ve bu savaş ülkeye felaket getirmiştir. Vahşi hayvanlar insanları ezip geçmiş ve Tollan terk edilmiştir. Beş yıl sonra Azteklerin ataları Chichimec kabileleri gelmiş ve halen devam eden Beşinci Çağ başlamıştır.
NOT: Beni takip edenler; tanrılar ya da anunnakilerden kastımın Dünya'yı geçmişte ziyaret etmiş uzaylı bir tür olduğunu bilmektedir...
M.Ö. 4 Bin yılda Mısır’dan ayrılıp Orta Amerika’ya takipçileriyle birlikte giden Thot(Ningishzida-Hermes) orada büyük şehirler yaptırarak Olmek Medeniyetini kurdu. Her zaman olduğu gibi takipçilerine verdiği ilk talimat, altın toplanmasıydı. Sonraki yıllarda insan takipçileri ölüp nesiller değiştikçe Thot’un adı da değişti. Artık onun adı Tüylü Sakallı Yılan anlamına gelen Quetzalcoatl olmuştu.
Tüm anunnakilerin Dünya’dan çekildiği o gün geldiğinde Quetzalcoatl insan takipçileriyle vedalaştı ve bir kehanet verdi: “52 devrelik zamanları takip edin. 1. Kamış yılındaki doğum gününde döneceğim…”
Aradan birkaç bin yıl geçti ve Aztekler atalarının mirasına sahip çıkarak geri döneceğine söz veren sakallı ve miğferli tanrılarını umutla beklediler. Aztek Takviminde yılların devri her elli iki yılda bir tamamlanmaktaydı. Dolayısıyla söz verilen dönüş, yani “1. Kamış” elli iki yılda bir meydana gelebilirdi. Bununla birlikte atalarının yaptığı gibi altın toplayıp tapınaklarda (beklenen) tanrılarına sunmaya devam ettiler.
Büyük Aztek Hükümdarı Moctezuma bir gölün ortasına kurulmuş olan ve kolayca savunabilen köprülerden geçilerek ulaşılabilen imparatorluk başkenti Tenochtitlan’da (Mexico City) kahinlerden güzel haberler bekliyordu. Öyle ya elli iki yıllık dönem tamda o yıl bitiyordu. (M.S. 1519)
Moctezuma, Sakallı-Miğferli Tanrı Quetzalcoatl’ın(bazı kaynaklarda beyaz tenli olduğu da belirtilir) kendi krallık döneminde geri döneceğine ilişkin umudu yüreğinde taşıyordu. Aynı zamanda her yerinde altın bulunan, çatal kaşıkların bile altından yapıldığı muhteşem sarayında tanrısı için daha çok altın toplanmasına çalışıyordu. Tanrısına hazırlatmış olduğu ağzına kadar altın dolu odanın içinde bir çok hediyeleri vardı. Özellikle bu hediyelerin beşi çok özeldi:
- Üstünde pek çok resim olan ve bir araba tekerleği kadar büyük tamamı altından yapılma bir güneş çarkı,
- Güneş çarkından daha büyük gümüşten yapılma ve Ay’ın taklidi bir çark
- Çapı 220 cm ve dört adet gerçek sikke kalınlığında olan güneş diski,
- İçi altın tozlarıyla dolu bir miğfer
- Nadir bulunan quetzal kuşunun tüylerinden yapılma bir başlık(Viyana Müzesinde sergilenmekte).
Bu hediyeler öylesine seçilmemişti. Aksine sembolizmle doluydular. Altın disk elli iki yıllık devreyi temsil eden ve Dönüş Yılı’nı gösteren bir kutsal takvimdi. Altın tozları yığını saklanmıştı çünkü altın tanrılara ait ilahi bir metaldi. Ay’ı temsil eden gümüş disk saklanmıştı çünkü OuetzalCoatl’ın ayrıldıktan sonra Ay’da yaşayacağını söylemişti(Belki hala Ay’dadır).
VE TANRI OUETZALCOATL DÖNÜYOR...
Kâhinler değil ama haberciler büyük haberi Kral Moctezuma’ya ilettiler: Tanrı Quetzalcoatl daha önceki gibi takipçileriyle birlikte denizden gelerek Veracruz’a ayak basmıştı. Gelen Tanrı; sakallıydı, miğferliydi ve beyaz tenliydi. Tanrıya on bir büyük gemiyle gelen altı yüz takipçisi eşlik etmekteydi.
Kral Moctezuma önce kâhinleri çağırtarak elli iki yıllık devrenin bitişini doğruladı sonra büyük bir sevinçle tanrıyı karşılamaya gitti. Giderken de yanına Aztek asillerini ve beş kutsal hediyeyi aldı.
Kral Moctezuma ve beraberindeki heyet Varacruz’a vardığında Tanrının büyük bir ordugâh kurduğunu gördü ve çok şaşırdı. Yüzünde hiç sakal bitmeyen Amerikalı halkların aksine tanrının yanındaki insanların yüzleri sakallarla doluydu ve her birinin miğferleri vardı.
Hemen mütevazi görünme adına ayakkabılarını çıkardı ve sandaletlerini giydi. Asillerde ayakkabılarını çıkarıp yere çıplak ayakla basarak tanrılarını karşıladılar.
Tanrı önce şaşırdı ve tedbirli davrandı ama gelen hediyeleri görünce çok mutlu oldu. Tanrısının çok mutlu olduğunu gören kralı büyük bir sevinç kaplamıştı. Kral, tanrısını bir an evvel sarayına götürmek ve odalar dolusu altını ona hediye etmek için sabırsızlanıyordu.
Tanrı ve adamları kendilerine gösteren yolu izleyerek Tenochtitlan’daki büyük saraya ulaştılar. Gördükleri karşısında o kadar etkilendiler ki hemen tarih yazıcıları tüm detayları kaydetmeye başladı.
Savaşarak girilmesi çok zor olan bu saraya Kral Moctezuma tanrısını kendi elleriyle sokmuştu ve büyük bir mutluluk yaşıyordu ama sonradan hiç beklemediği bir hareketle karşılaştı:
Koskoca Tanrı onu esir almıştı.
Sonrasında Tanrı'nın adamları ellerinde çok kesici metalleri çıkararak bir şeyler anlatmaya başladılar.
Aztekler bir şey anlamadı en başta ama sonradan anlaşıldı ki, kralın serbest bırakılması için bir fidye olarak saraydaki tüm altın isteniyordu. Saraydaki tüm altın toplandı. Yetmedi tüm ülke de seferberlik başladı ve bir gemi dolusu altın toplandı. Aztekler tanrılarının neden böyle yaptığını anlamıyordu. Altın teslim edildiğinde krallarının serbest bırakılacağına safça inanan Aztekler, bu saflıklarının karşılığında krallarının cesedini alınca olayın farkına vardılar. Gelenler tanrı değil, birer şeytandı…
Tarih yazıcılarının kaydettiği bu olay sonraki gelen istilacılara hep aynı yolu izlemeyi önerdi. Tanrı olarak Amerikalı halkların içine girmek ve onları katletmek...
Yukarıdaki tanrı sanılan kişi İspanyol komutan Cortez’di. Sonrasında Pizarro gibi komutanlarda aynı yolu izleyerek milyonlarca yerliyi katlettiler, köle iş gücü olarak kullandılar. Karşılığında ise Avrupa zenginleşti.
Peki, Cortez’in Moctezuma karşılığında topladığı bir gemi dolusu altına ne mi oldu?
İspanya’ya doğru yola çıkan altın yüklü bu gemi Fransızlarca ele geçirildi ve İspanya-Fransa Savaşına neden oldu…
Gök Türk
Richard Evelyn Byrd 24 yaşında iken Amerikan donanmasının hava servisine katılmış sonrasında amirallik rütbesine kadar yükselmiş başarılı bir Amerikan askeri. Amiral Byrd askerlik yaşamı boyunca Kuzey Kutbu, Grönland, Antarktika gibi bilinmeyen yerlerin üzerinde uçmuş, buralarda Amerikan ordusu adına gizli ve bilimsel çalışmalar yapmıştır. Böylesine başarılı bir asker olmasına rağmen Dünya onu ölümüne yakın verdiği gizli bilgilerle tanımaktadır. Neden yıllar boyunca bu bilgileri sakladığını ve sakladığı bu gizli bilgileri ölümünden 3 ay önce neden Dünya’ya verdiğini kendisi şöyle açıklamaktadır:
Bu sırrı yıllar boyunca inançla sakladım. Bu benim tüm moral değerlerime ve haklarıma karşıydı. Şimdi sonsuz gecenin geldiğini hissediyorum ve bu sır benimle beraber ölmemeli. Ama gerçek eninde sonunda galip gelecek. İnsanlığın tek umudu bu. Gerçeği görüyorum ve ruhum bir an önce serbest kalmak için çırpınıyor. Askeri canavarlığın kalbi olan endüstri için görevimi yaptım. Şimdi uzun gece başlıyor ama bu bir son olmayacak.
Şimdi bakalım Amiral Byrd’ün gizli günlüğündeki bu sır neymiş:
Bu anılar 1947 yılının Şubat ve Mart aylarında yazıldı.
Kutup Kaşifi Amiral Byrd´ün içinde bulunduğu koşullar dayanılabilir ve güvenilirdi. Başka kişiler tarafından da bir hayal olayının yaşanmadığı yönünde güvence verildi. Yazılanlar, Amiral´in birebir sözcükleridir. Kuzey Kutbu´nun uzun bir gecesinde yazılmış ve ciddi bir kaşifin ve bilim adamının parlak gün ışığı altında yaşadığı gerçeği anlatmaktadır. (Yayınlayan: Dr. William Bernard Ph.d., D.D.)
Admiral Richard B. Byrd´ün Günlüğü Şubat-Mart 1947
"Kuzey Kutbu´nda bir keşif uçuşu
İç Dünya; Benim Gizli Günlüğüm"
Bu günlüğü gizlilik içinde yazmalıyım. Yazdıklarım Arktik´de 1947 yılı Şubat´ının 19. gününde yaptığım uçuşla ilgili. Zamanı geldiğinde, muhakkak insanlar daha akıllı olacaklar ve kaçınılmaz gerçeği kabul edecekler. Yazdıklarımı açıklamak özgürlüğüne sahip değilim, belki de bunlar asla toplumsal bir incelemenin ışığını asla göremeyecektir ama bir gün herkesin okuyabilmesi için bunları kaydetmek benim görevim. Bu açgözlü ve sömürücü dünyada kesin eminim ki, insanoğlu gerçekleri daha fazla bastıramayacaktır.
"Uçuş Seyir Defteri" 19 Şubat 1947-Artrik Üssü Kampı
Saat 06:00: Tüm hazırlıklar tamamlandı. Kuzeye doğru uçacağım, tüm yakıt depoları dolduruldu.
Saat 06:20: Sancak motoru daha güçlü gibi. Ayarlama yaptık, şimdi daha iyi.
Saat 07:30: Üsle radyo ilişkisi kontrolü yaptık. Her şey yolunda. Telsizcim memnun.
Saat 07:40: Sancak motorunda zayıf bir akıntı var gibi. Yağ basıncı normal.
Saat 08:00: Uçuyorum. Uçuş normal görünüyor. 7.000 metrede uçuyorum. Türbülans normal. Her şey yolunda.
Saat 08:15: Üsle telsiz kontrolü normal.
Saat 08:30: Türbülans oluştu. Bin metreye kadar inmeye karar verdim, uçuş koşulları yumuşak görünüyor.
Saat 09:10: Çok büyük bir buz alanı, altta kar yağıyor. Görüntü muhteşem. Kırmızıdan mora kadar tüm renkleri görüyorum. Pusula olduğu yerde dönüp duruyor, üsle tekrar ilişki kurduk ve gördüklerimi anlatım.
Saat 09:10: Her iki pusulam da yani manyetik ve gyro pusulalar dengelerini iyice yitirdiler, titreşip duruyorlar. Güneş pusulasını kullanıyorum. Kontroller yavaş tepki veriyorlar ama bir buzlanma belirtisi yok.
Saat 09:15: Uzakta dağlar görüyorum.
Saat 09:49: Dağları gördüğümden bu yana 29 dakika geçti. Görsel bir yanılgı yok. Bunlar birer dağ ve daha hiç görmediğim bir sıradağ halindeler.
Saat 09:55: Altimetre 8.900 metreyi gösteriyor; güçlü bir türbülans var.
Saat 10:00: Hala kuzeye doğru uçuyorum ve altımda küçük bir dağ sırası var, bunu tanımlıyorum ve soruşturmam gerek çünkü böyle bir dağ oluşumu haritalarda yok. O da ne? Dağların arasında ve tam ortada küçük bir nehir akıyor, aşağıda yeşil bir vadi olamaz. Burada garip ve normal olmayan bir şeyler var. Buz ve kar olmalıydı ama ben dağların yamaçlarında yeşil ormanlar görüyorum. Yön bulma araçlarım hala çılgınca dönüyorlar. Jiroskop hala öne ve arkaya doğru titreşip duruyor.
Saat 10:05: Dört bin metreye indim ve alttaki vadinin üzerinde sola doğru sert bir dönüş yaptım. Aşağıda yeşille örülmüş bir alan var. Burada ışık farklı, güneşi göremiyorum. Sola biraz daha döndüm ve aşağıda çok büyük garip hayvanlar gördüm. File benziyorlar ama hayır bunlar birer mamut. İnanılmaz ama oradalar. 3.000 metredeyim, dürbünle bakıyorum ve hayvanlar görüyorum; oradalar. Mamutlara çok benziyorlar. Bunu üsse bildirmemiz gerek.
Saat 10:30: Yeşil renkli tepelere yaklaşıyorum. Dış ısı, termometrenin gösterdiğine göre 23 derece. Düz olarak uçmaya devam ediyorum. Göstergeler normal ama ben bir bulmacanın içindeyim. Yine üssü arıyoruz ama telsiz çalışmıyor.
Saat 11:30: Eğer normal kelimesini bu ortamda kullanırsam her şey yolunda. İlerde bir yer var, sanki bir kente benziyor. Uçak çok hafifledi, bir tüy gibi dalgalanarak uçuyor, kontroller emirlerimi dinlemiyorlar. Tanrım!, Normal tepkiler vermeyen bir araç içinde uçuyorum ve yeterince hızlı değilim ama ilerde uçan garip bir araç var. Disk şeklinde ve parlak. Bana doğru yaklaşıyor, üzerindeki işareti görüyorum; bu bir gamalı haç. Fantastik! Neredeyiz? Ne oluyor? Kontrolleri geri almaya çalışıyorum. Ama olmuyor, kontroller isyan ediyorlar.
Saat 11:35: Telsizden çatırtılar geliyor, İngilizce bir ses ama derinlerden geliyor. Aksan İsveç ya da Alman. Şöyle diyor; "Bölgemize hoş geldiniz Amiral. Sizi yedi dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz. Rahat olun." Uçağımın motorları durdu, garip bir gücün kontrolü altında uçmaya devam ediyorum. Şimdi uçağım kendi çevresinde dönmeye başladı.
Saat 11:40: Bir diğer telsiz mesajı. İniş olayı başladı. Uçak şiddetle titriyor, aşağıya doğru iniyor, sanki görünmeyen dev bir asansörün içinde gibiyim. Artık çok rahatım, bir şey umurumda değil. Hafif bir sarsıntıyla uçağım yere temas ediyor.
Saat 11:45: Günceme aceleyle son cümleleri yazıyorum. Uçağıma doğru gelenler var; hepsi uzun boylu ve sarı saçlılar. Uzakta büyük ve parlak binaların bulunduğu bir kent var, gökkuşaklarına benzer renk dalgaları nabız gibi atarcasına kentin üzerinde yükseliyor. Ne olduğunu anlamış değilim ama ortada tehlikeli bir şey yok, hiçbir silah görmüyorum. Kargo kapısını açarken bir sesin ismimi söylediğini duyuyorum. Her şeye razıyım.(Kaydın sonu)
Kristal kente giriyorum...Bundan sonra olanları hafızama güvenerek yazdım. Hayal gücümü zorlamam gerekiyor, bütün bunlar çılgınca ve olmaması gereken şeyler. Telsizcimle beraber uçaktan çıktık, içten ve samimi bir karşılama bu. Tekerlekleri olmayan küçük bir platformun üstüne bindik. Şimdi hızla parlayan kente doğru gidiyoruz, kent sanki kristalden yapılmış gibi, içeri girerken daha önce hiç görmediğim büyüklükte binalar görüyorum. Bu yapılar Frank Lloyd Wright´ın (Dönemin ünlü sürrealist mimarı) çizimlerinin ötesinde. Ya da bir Buck Rogers filminin setindeyim (Yine dönemin sinemasında canlandırılan bir bilim kurgu kahramanı). Daha önce hiç tatmadığım sıcak içecekler ikram ediliyor, çok lezzetliler. On dakika kadar sonra iki hostes geliyor, çok güzeller ve kendileriyle beraber gelmemi söylüyorlar. Yapacak birşey yok, gidiyorum ama telsizcim kalıyor. Kısa bir yürüyüşten sonra asansöre benzer bir yere giriyor, aşağıya doğru inmeye başlıyoruz, araç duruyor ve kapı yukarıya doğru sessizce açılıyor. Uzun bir koridorda ilerliyoruz, gülkurusu renkte bir ışık heryerden yayılıyor, sanki duvarların içinden geliyor. Büyük bir kapının önünde duruyoruz. Kapının üzerinde okuyamadığım bir yazı var, kapı ses çıkarmadan açılıyor, girmem için işaret ediliyor. Hosteslerden bir tanesi; "Korkacak birşey yok Amiral, Üstad´ın huzuruna kabul edileceksiniz." diyor.
Üstad´ın mesajı
İçeri giriyorum, çarpıcı renkler görüyorum, oda büyüleyici ve çok etkileyici. Karşımda çok güzel bir insan var, gördüklerimi anlatamıyorum, bildiğim sözcükler buna yeterli değil. İnsan gibi ama çok daha ötesinde, huzur ve mutluluk yayıyor. Düşüncelerim kesiliyor, melodik ve sıcak bir sesle konuşuyor; "Yerimize hoş geldiniz Amiral" O, bir erkek, yüzünde çok uzun yılların izleri var, uzun bir masada oturuyor sonra kalkıp, bana oturmam için gösteriyor. Oturuyoruz, bana bakıp gülümsüyor ve yine o yumuşak ve melodik sesle konuşuyor; "Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz." Dünyanın yüzeyi mi? diyor ve soluğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve; "Evet, şu anda İç Dünya´nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım, güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi Amiral sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya´da Hiroshima ve Nagasaki´de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık, biz bunlara ´Flugelrad´ diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar. Bütün bunlar geçmişte kaldı Amiral ama biz devam etmek zorundayız. Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık ama şimdi durum farklı. İnsanlık için uygun olmayan doğal bir gücü yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar ama henüz bir tepki vermediler. Şimdi sizi dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral." Sözünü kesiyor ve benimle ne yapacaklarını soruyorum.
Zamanı geldiğinde...
Üstad delici bakışlarıyla sanki düşüncelerimi okuyor ve bir zaman sonra cevap veriyor; "Irkınız şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda ellerindeki gücü bırakmaktansa, dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var." Başımı sallıyorum ve devam ediyor; "1945´de ve sonrasında ırkınızla ilişki kurmaya çalıştık ama düşmanca davranıldı, Flugelrad´larımıza ateş açılıp, düşürüldüler. Savaş uçaklarınız, kötü amaçlarla düşmanca davranarak bizimkileri kovaladılar. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum; dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta, kara bir öfke ve şiddet yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Silahlanmanızın bir anlamı yok, biliminizde güvenli bir yer yok. Kültürünüzde açan her çiçek, öfke ve hiddetle ezilip, yok ediliyor, tüm insan canlılar derin bir kaosun içine düştüler. Yaşadığınız son savaş daha sonra ırkınızın başına geleceklerin sadece bir başlangıcı. Biz burada her geçen saat durumu daha açık görüyoruz. Söylediklerimde bir yanlış var mı?" Hayır, bu eskiden de oldu, karanlık çağlar geldi ama beşyüz yıl önce sona erdi, diyorum. Üstad devam ediyor; "Evet, oğlum. Karanlık çağlar asıl şimdi ırkınızın üzerine geliyor, karanlık dünyayı bir örtü gibi örtecek ama inanıyorum ki ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar ama buna daha zaman var, fazlası söylenmemeli. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak, kayıp efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz, belki savaşın ve çekişmelerin boşyere olduğunu birgün öğreneceksiniz, ancak bundan sonra ırkınız tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek. Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin."
Ve dönüş
Bu sözlerle beraberliğimiz sona ermiş gözüküyor. Bir an için duruyorum, bu bir rüya olmalı ama ben bu gerçeği biliyordum. İki güzel hostesimin gelip "Bu yoldan Amiral" demeleriyle kendime geldim. Çıkmadan evvel bir kez daha dönüp Üstad´a bakıyorum. O mitolojik yüzde yumuşacık gülümseme var; "Elveda oğlum" diyor ve ince uzun elini kaldırarak bir barış hareketi yapıyor. Hızla geri dönüyor ve yukarı çıkıyoruz. Hosteslerimin birisi bana dönüyor ve; "Acele etmeliyiz Amiral. Üstad, sizi geciktirmememizi istedi, mutlaka geri dönmeli ve mesajı vermelisiniz." Birşey demiyorum. Olan herşey inancın ötesinde. İlk geldiğimiz yere dönüyoruz, telsizcim orada, çok gergin ve yüzünde endişeli bir ifade var. Ona herşey yolunda Howie, diyerek sakinleştiriyorum. Yine uçan platformla uçağımızın yanına götürülüyoruz. Motorlar çalışmıyor, hemen biniyoruz. Kapı kapandıktan sonra görünmeyen güç, uçağı kaldırıp bir anda 8.000 metreye çıkarıyor. Onların araçlarından iki tanesi belli bir uzaklıktan bizi izliyor. Çok hızlı gidiyoruz ama hız göstergesini okuyamıyorum, ileriye doğru gidiyoruz. Telsiz çalışıyor ve bir ses; "Şimdi sizi terk ediyoruz Amiral, kontrollar serbest. Auf Wiedersehen!!!!" diyor. Almanca bir veda. Howie ve ben flugelrad´ların soluk mavi gökte kaybolmalarını izliyoruz. Uçağım birden sarsılıyor ve aşağıya doğru dalışa geçiyor. Toparlanıyor ve kontrolu alıyoruz. Şimdi uçuş normal, kimse konuşmuyor, ikimiz de kendi düşüncelerimizle başbaşayız.
Güncenin devamı
Saat 22:00: Yine sonsuz buz ve kar çölündeyiz. Üsse uzaklığımız yaklaşık 27 dakika. Haberleşiyoruz, cevap geliyor. Bütün koşullar normal. Üstekiler bizden haber aldıkları için çok mutlular.
Saat 22:00: Üsse yumuşak iniş yapıyoruz. Bir görevi bitirdim ama çok daha büyük bir görev şimdi beni bekliyor...
Kaydın sonu
11 Mart 1947´de Pentagon´da bir toplantıda hazır bulundum. Olanları anlattım, keşfimi açıkladım ve Üstad´ın mesajını aktardım. Herşey gereğince kaydedildi. Başkan´a bilgi aktarıldı Ama geciktirildiğimi veya alıkonduğumu hissediyorum. Yüksek Güvenlik Örgütü ve bir tıb ekibi ile uzun görüşmeler yaptırdılar, bir kasıt algılıyorum. Büyük bir sıkıntı içindeyim, ABD Ulusal Güvenlik koşulları gereğince, sıkı kontrol altındayım. Ve sonunda emri aldım; bildiğim her konuda kesin olarak sessiz kalmam isteniyor, bunu insanlık adına yapacakmışım. İnanılmaz ama ben bir askerim ve emirlere uymaktan başka yapacak birşeyim yok.
30/12/56: Son sözler
1947´den bu yana yıllar geçti. Günlüğümü tamamlamam gerekiyor. Kapatırken, kendimden eminim. Bu sırrı yıllar boyunca inançla sakladım. Bu benim tüm moral değerlerime ve haklarıma karşıydı. Şimdi sonsuz gecenin geldiğini hissediyorum ve bu sır benimle beraber ölmemeli. Ama gerçek eninde sonunda galip gelecek. İnsanlığın tek umudu bu. Gerçeği görüyorum ve ruhum bir an önce serbest kalmak için çırpınıyor. Askeri canavarlığın kalbi olan endüstri için görevimi yaptım. Şimdi uzun gece başlıyor ama bu bir son olmayacak. Uzun Artrik gecesinde olduğu gibi, gerçeğin parlak güneş ışığı yine gelecek ve karanlıklardan ışık doğacak. Çünkü ben Kutbun ötesinde varolan ülkede en büyük bilinmeyeni gördüm.
Amiral Richard E. Byrd
ABD Deniz Kuvvetleri 24 Aralık 1956
Amiral Byrd’ün yaşadıkları eğer gerçek ise karşıdakiler kimdi?
Bölüm bölüm gidersek daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum.
1. BÖLÜM: UÇAKTAN GÖRÜLEN MANZARA
Amiralin uçaktan gördüklerine göre buz ve kar olması gereken yerlerde, ortasından küçük bir nehir akan yeşil bir vadi bulunmakta. Dış sıcaklığın 23 derece olduğu bu yerde tükenmiş türler den birisi olan mamutlarda koruma altına alınmış. Günümüz dünyasından soyutlanmış bu yerin kendine özel bir enerji kaynağı olduğunu da Amiralin “Burada ışık farklı, güneşi göremiyorum.” Sözlerinden anlıyoruz. Sonra Amiralin uçağının kontrolleri uçan garip bir disk tarafından kilitleniyor. “Disk şeklinde ve parlak” şeklinde tarif edilen bu aracın üzerinde gamalı haç şeklinin olması enteresan. Hemen aklıma Tevrattaki Hezekiel Kitabı geldi. Hezekiel’de Yahweh ile buluşmasını şöyle anlatıyor: “Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu…” “Disk şeklinde ve parlak” olan bu araçtan birileri İsveç ya da Alman aksanıyla İngilizce konuşuyor ve şöyle diyor: “Bölgemize hoş geldiniz Amiral. Sizi yedi dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz. Rahat olun." Sonrasında uçak oyuncak gibi kendi etrafında dönmeye başlıyor ve sanki görünmez bir el tarafından tutularak yere konuluyor.
2. BÖLÜM: AMİRALİN YERDE GÖRDÜKLERİ
Amiralin yerde gördüklerini anlatımı ile başlıyor: “Uçağıma doğru gelenler var; hepsi uzun boylu ve sarı saçlılar. Uzakta büyük ve parlak binaların bulunduğu bir kent var, gökkuşaklarına benzer renk dalgaları nabız gibi atarcasına kentin üzerinde yükseliyor. Ne olduğunu anlamış değilim ama ortada tehlikeli bir şey yok, hiçbir silah görmüyorum. Kargo kapısını açarken bir sesin ismimi söylediğini duyuyorum. Her şeye razıyım.” Buradan çok net bir şekilde görülüyor ki Amiral özel izinle buraya gelmiş ve huşu bulmuş. Amiral sonrasında yaşadıklarını ise kayıt altına alamadığını ve hafızasına güvenerek yazdığını belirtiyor. Amiralin kristal bir kente girdiğini okuyunca aklıma hemen Gılgamış Destanında Gılgamış’ın Utnapiştim yani Nuh ile görüşmek için gittiği özel yer aklıma geldi. Gılgamış gördüğü manzarayı; “İçinde tamamen değerli taşlardan yapılma bir “bahçe”nin bulunduğu bir “tanrılar odası”, meyve diye kırmızı akikler, asmaları bakılamayacak kadar güzel, yaprakları lapis-lazuli, üzümler bakılamayacak kadar sulu. Bahçenin içinden saf su akıyor ve bunun tam ortasında gug taşından yapılma ağaç bulunmakta” şeklinde tarif etmişti. Aynı şekilde bu kristal kent olayı Hanok kitabında da kendisine yer bulmakta. Hatta tüm kadim tabletlerde anunnakilerin evleri, araçları hep kristallerle ve özel taşlarla anlatılmış diyebilirim.
Kristal kente girince telsizcisiyle birlikte tekerlekleri olmayan bir platformun üzerinde kentin merkezine taşınıyorlar. Amirale daha önce hiç tatmadığı lezzetli sıcak içecekler ikram ediliyor. On dakika kadar sonra çok güzel iki hostes geliyor ve amirali üstadın yanına götürüyorlar. Büyük bir kapının önünde duruyorlar ve kapının üzerinde amiralin okuyamadığı bir yazı bulunuyor. Bu yazı dünya üzerinde bulunan bir yazı olsa amiral sonraki yıllarda bunu bulurdu diyebiliriz. Sonra kapı ses çıkarmadan açılıyor, hosteslerden bir tanesi; "Korkacak bir şey yok Amiral, Üstad´ın huzuruna kabul edileceksiniz." diyor.
3. BÖLÜM: ÜSTAD İLE GÖRÜŞME
Üstad; çok güzel, insan gibi ama çok daha ötesinde, huzur ve mutluluk yayan, melodik ve sıcak bir sesle konuşan, mitolojik yüze sahip, yüzünde çok uzun yılların izleri olan birisi olarak tanıtılıyor.
Bundan sonra Üstad’ın mesajları başlıyor. Üstad diyor ki; "Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz." Burada aklıma gelen Enki’nin mesajlarını yazdırmak için Endubasar’ı aynı şekilde seçtiği konusudur. M.Ö. 2016’da Enki tarafından Endubasar’a yazdırılan ve Sippar’da bulunan 14 tablette böyle başlıyordu. (Merak edenler Enki’nin Kayıp Kitabı’nı okuyabilir.) Zaten anunnakiler seçtiği kişileri tüm tarih boyunca asillerden seçiyor. Sanırım asil kavramı genlerle ilgili bir terim.
Sonra Üstad bir bilgi veriyor: “Şu anda İç Dünya´nın Arianni bölgesindesiniz.” Sonrasında ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombası için bir uyarı veriyor(O tarihten bu yana hiçbir atom bombasının kullanılmamış olması düşündürücü). Sonrasında Üstad ırkımızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadıklarını söylüyor. İnsanlığın kötüye meyilli olduğu ve vahşi olduğu Yahweh’inde sürekli şikayet ettiği bir konu bildiğiniz gibi. Hatta bir çok dinde tanrı bu yüzden tufan bile yapıyor. Sonra özel bir bilgi daha veriyor Üstad: “Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral." Evet burada kendini ele veriyor diyebiliriz çünkü M.Ö. 3800 de birden bire ve öncülü olmadan uygarlığı başlatan Sümerler ne demişti: “Güzel görünen her ne varsa anunnakilerin lütfuyla yaptık.” İnsan uygarlığı Sümerler ile başladı ama ondan önce bir anunnaki uygarlığı vardı. Anunnakilerin kadim tarihini merak edenler Dünya Tarihçesi videolarımı izleyebilirler.
Sonra Üstad devam ediyor: "Irkınız şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda ellerindeki gücü bırakmaktansa, dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum; dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta, kara bir öfke ve şiddet yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Silahlanmanızın bir anlamı yok, biliminizde güvenli bir yer yok. Kültürünüzde açan her çiçek, öfke ve hiddetle ezilip, yok ediliyor, tüm insan canlılar derin bir kaosun içine düştüler. Yaşadığınız son savaş daha sonra ırkınızın başına geleceklerin sadece bir başlangıcı. Biz burada her geçen saat durumu daha açık görüyoruz. Karanlık çağlar asıl şimdi ırkınızın üzerine geliyor, karanlık dünyayı bir örtü gibi örtecek ama inanıyorum ki ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar ama buna daha zaman var, fazlası söylenmemeli. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak, kayıp efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz, belki savaşın ve çekişmelerin boş yere olduğunu bir gün öğreneceksiniz, ancak bundan sonra ırkınız tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek. Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin."
Bu kadar negatif mesajın ardından aklıma nedense Nuh Tufanı geldi. Hem Gılgamış Destanında hem Atra Hasis Metninde hem de çeşitli kadim tabletlerde Enki gelen büyük yıkımdan kurtarmak için Ziusudra(Utnapiştim) yani Nuh’u seçmiş ve yukarıdaki mesajlara benzer mesajları ona vermişti. Sonunda insanlığın geleceğini yine Enki kurtarmıştı. Hem sadece insanlığı değil gemiye oğlu Ninagal ile gemiye koydurduğu hayvan ve bitki DNA’larıyla canlılar onun korumasında tufanı atlatmış tekrar dünyaya yayılmıştı. Enki’nin uyarıları ve üslubu ile Üstad’ın uyarıları ve üslubu inanılmaz benzerlikler taşıyor.
Tüm bu olanlardan sonra Amiral geriye dönüyor ve Pentagon’da ABD’ye mesajı iletiyor. Sonuçta sessiz kalması istenen Amiral ölümüne 3 ay kala bunları açıklıyor.
Tabi ki de Amiral Byrd’in yaşadıklarının tamamen gerçek olduğunu iddia edemeyiz ancak tarihe bakıldığında buna benzer insan-anunnaki karşılaşmalarının sıkça yaşandığını görmekteyiz. Hatta günümüzde de bir çok insan (karşıdakinin anunnaki olduğunu bilmeden) görüm, vizyon ve rüyalar aracılığıyla medeniyetimizi kuranlar ile iletişim kurabilmektedir.
Sin’e ait Balık Çağının bittiğini ve Enki’ye ait Kova Çağı’nın başlamak üzere olduğunu bildiğimizde bana göre yukarıdaki mesajlar anlam kazanmaktadır. Özellikler bilimin ve bilişimin sahibi olan Enki bizlere günümüzde de hissedebildiğimiz çok açık bir mesaj vermektedir: 2160 yıllık Kova Çağı sadece bilimin çağı olacaktır. Irkınızdan bilime ayak uydurabilenler yaşayabilecek, uyduramayanlar ise karanlık çağların içinde kaybolacaktır…
Amon RA’nın Oğlu Büyük İskender (M.Ö. 356 – M.Ö. 323)
M.Ö. 3. Yüzyılda Makedonyalı Büyük İskender 20 yaşında tahta çıkmış, 33 yaşında iken Babil’de ölmüştür. Buna kısacık yaşamına rağmen fetihleri, maceraları ve keşifleriyle günümüze kadar ulaşan büyük bir şöhretin sahibi olmuştur.
Büyük İskender’de kendisinden iki bin yıl önce yaşamış Gılgamış gibi ölümsüzlük yollarına düşmüştü. Bunu nereden mi biliyoruz? Dönemin tarih yazıcılarından.
AMON RA OĞLU BÜYÜK İSKENDER
Nasıl oluyor da Mısır’ın Büyük Tanrısı AMON RA, Makedon Kral İskender’in babası oluyor görelim.
İskender, Kraliçe Olympias’ın ve Kral 2. Philip’in oğlu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşlarında kadim bilgelik üzerine filozof Aristo tarafından her bakımdan eğitildi.
Philip’in suikaste kurban gitmesiyle 20 yaşında tahta çıktı. İlk askeri seferini kehanet merkezi Delphi’ye yaptığında tüm hayatının değişeceğini bilemezdi. Delphi onun için bir dönüm noktası oldu. Orada bir kâhin İskender’e çok ünlü bir komutan olacağını ama çok kısa bir yaşam süreceğini söyledi. İskender buna inanmadı ve başka bir kâhine gitti. O kâhinde aynı şeyi söyledi ama bir farkla: İskender’in normal bir insan olmayıp bir tanrının oğlu olduğunu ekledi.
Bu noktada Gılgamış aklımıza geliyor. Gılgamış bir tanrıçanın oğluydu ve bu özelliğiyle 2/3 tanrı geni taşıyordu. Bizler o dönemin tanrı ve tanrıçalarının uzaylı bir tür olan anunnakiler olduğunu zaten önermiştik. Gılgamış’ta sahip olduğu 2/3 oranındaki anunnaki geniyle, anunnakiler gibi uzun bir ömür için hak talep etmişti. Gılgamış bu hakkı alamamıştı belki ama kendisinden sonra gelen İskender gibi binlerce kişiye ölümsüzlük yolunda ilham kaynağı olmuştu.(Gılgamış Aslında Nereye Gitti? yazımı merak edenler buraya tıklayarak okuyabilir)
Şimdi aynı durum İskender için söz konusuydu. Babasının bir tanrı (anunnaki) olduğunu söylüyordu kâhin. İskender’in hayatı bundan sonra bambaşka bir yönde ilerleyecekti. İskender hemen saraya dönerek annesiyle konuştu. Annesi ona vaktiyle Nectanebus adında bir firavunun sarayı ziyaret ettiğini söyledi. Bu firavun büyük bir sihirbaz olarak tanınıyordu ve saraydayken bir gece Olympias’ı odasında ziyaret etmişti. Kadim kaynaklara göre Nectanebus kılığında gelen kişi aslında Amon RA idi. İskender doğduğunda, bir tanrının oğlu olarak doğmuştu. (Bu bize Jesus’u hatırlattı sanki.)
Bunu annesinden dinlediğinde İskender büyük bir şaşkınlık yaşadı ve kâhinlerin sözlerini doğru olarak yorumladı. Eğer kâhin onun tanrının oğlu olduğunu doğru bildiyse kısa zaman içinde öleceğini söylediğinde de doğru söylüyor olabilirdi. Burada bir karar verdi. Amon RA için Mısır’a kadar gidecek ve tanrının oğlu olarak (Gılgamış gibi) uzun yaşam hakkını dileyecekti.
MISIR YOLUNDAKİ EN BÜYÜK ENGEL: DEVASA PERS İMPARATORLUĞU
M.Ö. 539 da Babil’i yıkan Pers Kralı Keyhüsrev tüm Yakındoğuyu egemenliği altına almış, Persler dönemin en güçlü krallığını kurmuşlar ve iki yüzyıl boyunca bu egemenliğini devam ettirmişlerdi. Persler ulusal tanrıları Ahura Mazda(Enlil) önderliğinde bu büyük imparatorluklarını kurduklarında sonraki iki yüz yıl boyunca yenilmez ordu olarak tarihe geçmişlerdi. Böyle büyük bir imparatorluğa karşı kim gelebilirdi ki? Bu büyük imparatorluk tüm haşmetiyle tarih sahnesindeki yerini korurken batıdan biri çıktı ve meydan okudu. Bu kişi Amon RA’nın oğlu olduğunu iddia eden İskender’di.
İskender kurduğu orduyla Anadolu’ya geldi ve Çanakkale Boğazını geçti. Sonra ki ilk işi Truva’yı ziyaret etmek ve Aşil’in mezarının başına çelenk koymak oldu. Aşil’de onun gibi yarı tanrıydı ama İskender’in aksine Aşil’in annesi tanrıça Thetis’ti, babası ise insandı. (Bu arada Aşil’i Truva filminde Brad Pitt canlandırmıştı.)
Tabi ki de yarı tanrılık ya da tanrılık terimleri bana göre anunnakilerin insanlarla kurduğu gönül ilişkileri sonucunda ortaya çıkmış olan terimlerdir. Tevrat yer alan “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. Genesis 6/1” bölümünde anlatılan da budur. Anunnakiler insanlarla evlenince doğal olarak doğan çocuklar melez olmaktadır. Gılgamış’ta, İskender’de, Aşil’de bana göre böyle bir melezlik hakkıyla uzun yaşam istemekteydiler. Konuyu dağıtmamak adına kaldığım yerden devam edeyim.
İskender sonrasında Biga’da Perslilerle karşılaştı ve tabiri caizse Pers Ordusu'nu bozguna uğrattı. Bu zafer onun için bir mesajdı, çünkü yenilmez bir orduyu yenmişti. Bu sayede Amon RA’nın oğlu olduğuna iyice inanmıştı. Önünde Pers İmparatorluğunun kaçan askerlerine rağmen İskender yönünü Mısır’a çevirdi ve tüm Batı Anadolu’yu ele geçirerek yürüyüşüne devam etti.
Sonra Gordion’a giderek Asya'ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion Düğümü’nü kesti ve daha büyük bir inançla Mısır’a doğru ordularını sürmeye başladı.
Tam bu sırada ilk savaşta bozguna uğrayan Pers Ordularının yeni bir savaşa hazırlandığı haberini aldı. Kendisine güveni o kadar büyüktü ki yürüyüşünü daha da hızlandırdı. Babası Amon RA’ya gitmesini hiçbir güç onu engelleyemezdi. İskenderun Issos’tan geçecek iken III. Darius komutasında toparlanan Pers Ordusunun geldiği haberini aldı ve karargâhını kurarak bekledi.
M.Ö. 333’te Issos Deliçay kenarında PERS ordularıyla karşılaşan İskender yine kazandı. Büyük bir bozguna uğrayan Persliler kaçarken İskender yönünü Mısır’a çevirdi. Bu sonuçtan sonra III. Darius’un barış önerisine karşı, kendisini Asya'nın efendisi olarak tanımasını ve koşulsuz teslim olmasını istedi. III. Darius bunu kabul etmeyince önüne gelen şehirleri kolaylıkla ele geçirmeye devam etti. Şehirler o kadar kolay düşüyorlardı ki İskender bunu bir işaret olarak yorumluyordu. Lakin Tyros şehrinde büyük bir direnişle karşılaştı ve bu direniş 7 ay sürdü. Kuşatma sürerken III. Darius büyük bir fidye ödemeyi teklif etti. Bu büyük fidye duyulunca İskender’in komutanı Parmenion "İskender'in yerinde olsam kabul ederdim" dedi. Buna karşılık İskender "Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim" biçiminde bir karşılık verdi. Tyros şiddetli saldırılara daha fazla direnemeyerek MÖ 332 yılının Temmuz ayında düştü.
İSKENDER SONUNDA MISIR'DA AMON RA İLE BULUŞUYOR
İskender Mısır’ı yöneten Pers Valilerinin ağır direnişiyle karşılaşmayı beklerken, bu büyük ülkenin hiçbir direnme olmadan ellerinin arasına düştüğünü gördüğünde şaşırdı. Ek olarak halk tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. İskender için bu büyük bir işaretti. Zaman kaybetmeden Büyük Vaha’ya, Amon RA kehanet merkezine gitti. Oradaki kâhinler Amon RA’nın oğlu olduğunu onayladı. (Bazı kaynaklara göre bizzat Amon RA ile karşılaştı). Mısırlı rahipler tarafından bir firavun olarak ilahlaştırıldığında bir ölümlünün kaderinden kaçma arzusu bir ayrıcalık değil bir hak haline geldi. O andan itibaren İskender, paraları üstünde boynuzlu bir ZEUS-AMON RA olarak resmedildi.
İskender daha sonra Amon RA tapıncının merkezi Karnak Tapınağına gitti. Bu tapınakta yer alan birçok yapıdan en önemlisi yaklaşık bin yıl önce Hatşepşut tarafından yaptırılan tapınaktı.(Hatşepşut’un Musa’yı büyüten firavun eşi olduğunu daha önce önermiştik.) Hatşepşut Tapınağının önemi ise İskender için bambaşkaydı. Hatşepşut’un babasınında İskender’in ki gibi Amon RA olduğuna inanılıyordu. Buradayken neler yaşandığı kayıtlara geçmediği için ancak yorumlar yapabiliriz. Ancak bu noktada birçok tarihçiye göre anlamız kararlar alıyor.
Nedir bu anlamsız kararlar? Ordularını yenik bir Pers İmparatorluğunun kalbine yöneltmek yerine güneye yapılacak bir keşif gezisi için kendisine küçük bir eşlikçi grubu seçiyor. Burada aklı karışan orduya söylenen İskender’in bir bayan prenses için zevk gezisine çıktığıdır. İskender’in maceralarını kaydedenler ise durumu makulleştirmek adına ziyaret edeceği hanımı güzelliği dillere destan olarak tarif ederler. Kadın Sudan Kraliçesi Candace idi.
Aslında İskender bu küçük gezinti de aşk değil ölümsüzlüğün sırrını arıyordu. Keyifle geçen bir süreden sonra kraliçe İskender’e bir ayrılık hediyesi olarak, tanrıların bir araya toplandığı harikulade bir yerin sırrını açmaya karar verdi. Oradan ayrılan İskender talimatları izleyerek bu özel yeri buldu ve birkaç askerle içeri girdi. Detaylı tasvir edilen bu yerde tavanlar sanki yıldızlarla aydınlatılmış gibi parlamaktadır. Biz bu noktada günümüzdeki aydınlatma sistemini kullandığımız gibi elektrikle aydınlatılan bir anunnaki merkezine gittiğini önermekteyiz. Devamında İskender içeri de uzun boylu tanrılar ve aralarda onlara hizmet eden normal boylu insanlar gördü. İskender’i bir korku kapladı ve orada beklemeye başladı. Bu sırada gözlerinden ışık çıkan biri yanına gelerek konuşmaya başladı: “Selam olsun İskender. Kim olduğumu biliyor musun?“. İskender cevapladı: “ Hayır efendim.” Devam etti: “Ben Sesonchusis’im, tanrılar arasında kalmış, onlara hizmet etmek için seçilmiş ve zamanında dünyayı fethetmiş bir kralım.”
İskender’de Gılgamış gibi yukarıdan izlenmektedir ve özel izinle oraya kadar gitmiştir. Bu yüzden de gelişi beklenmekteydi. Sonra kaynaklarda İskender’in “Tüm Evrenin Yaratıcısı ve Gözeticisi” diye bir şeyin içine davet edildiği yazmaktadır. İskender içeriye girdi ve ateş parlaklığında bir aydınlık gördü. Tahtta oturan Serapis(Diyonizos) adında bir tanrı gördü.
İskender tanrıya kaç sene yaşayacağını sordu ancak tanrı ona cevap vermedi. O sırada az önce tanışmış olduğu Sesonchusis devreye girer çünkü tanrının sessizliği gerekeni söylemiştir: “Bende tanrılar arasına katılmış olmama rağmen senin kadar talihli değildim. Çünkü tüm dünyayı fethetmeme ve çok insanı diz çöktürmeme rağmen adımı kimse hatırlamıyor; ama senin ünün büyük olacak, adın ölümsüz olacak.” Sesonchusis İskender’e karanlıkta parlayan bir taş hediye eder. (Bir fener sanıyorum.) Burada İskender’in bir UFO’ya götürüldüğünü hayal edebiliriz. Tabiki de UFO denilen araçlar o zamanlar tanrıların arabalarıydı. Bizler ne olduğunu bilmediğimiz için UFO diyoruz ancak eskiden insanlar o araçların tanrılara ait olduğunu biliyorlardı. Ninurta’nın siyah kuşu, Marduk’un Ben-Ben’i ve hatta Yahweh’in Görkemi isimleriyle adlandırıyorlardı. Yani bize göre İskender bir anunnakiye ait araca alınmıştı.
Hatta bu nokta da İskender’in neye bindiğini merak ediyorsanız anlatabildiği kadarıyla tarif eden Tevrattaki Hezekiel Kitabına başvurabiliriz:
4 Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. 5 En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu; … 13 Canlı yaratıkların görünüşü yanan ateş közleri ya da meşale gibiydi. Ateş yaratıkların ortasında hareket ediyordu; ışık saçıyor ve içinden şimşekler çakıyordu. 14 Yaratıklar şimşek çakar gibi hızla ileri geri gidip geliyorlardı. 15 Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken, her birinin yanında, yere değen bir tekerlek gördüm. 16 Tekerleklerin görünüşü ve yapısı şöyleydi: Sarı yakut gibi parlıyorlardı ve dördü de birbirine benziyordu. Görünüşleri ve yapılışları iç içe girmiş bir tekerlek gibiydi…19 Canlı yaratıklar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyordu; yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu. 20 Ruhları onları nereye yönlendirirse oraya gidiyorlardı. Tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi. 21 Yaratıklar hareket ettiğinde onlar da hareket ediyor, yaratıklar durduğunda onlar da duruyor, yaratıklar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi. 22 Kubbeye benzer, billur gibi parlak ve korkunç bir şey canlı yaratıkların başları üzerine yayılmıştı. 23 Kubbenin altında kanatlarının biri öbürünün kanatlarına doğru açılmıştı. Her birinin bedenini örten başka iki kanadı vardı. 24 Yaratıklar hareket edince, kanatlarının çıkardığı sesi duydum. Gürül gürül akan suların çağıltısını, Her Şeye Gücü Yeten'in sesini, bir ordunun gürültüsünü ansıtıyordu. Durunca kanatlarını indiriyorlardı. 25 Kanatları inik dururken, başları üzerindeki kubbeden bir ses duyuldu. 26 Başları üzerindeki kubbenin üstünde laciverttaşından yapılmış tahta benzer bir nesne vardı. Yüksekte, tahtı andıran nesnede insana benzer biri oturuyordu. 27 Gördüm ki, beli andıran kısmının yukarısı içi ateş dolu maden gibi ışıldıyordu, belden aşağısı ateşe benziyordu ve çevresi göz alıcı bir ışıkla kuşatılmıştı. 28 Görünüşü yağmurlu bir gün bulutların arasında oluşan gökkuşağına benziyordu. Öyleydi çevresini saran parlaklık. RAB'bin görkemini andıran olayın görünüşü böyleydi. Görünce, yüzüstü yere yığıldım, birinin konuştuğunu duydum.
Konuyu dağıtmamak adına devam edelim. Şimdi aklımıza şu sorular geliyor gerçekten de böyle bir kral yaşamış mıydı? Yine anunnakiler yaşamı uzatılan insanları acaba kendilerine hizmet amaçlı mı yanlarına alıyorlardı?
Tevrattaki olaylar gibi bunlarda yıllarca mitoloji olarak günümüze kadar geldi ancak yapılan kazılar gösterdi ki aslında mit dediğimiz gerçeğin ta kendisiydi. Napolyon 1798’de Mısır’ı fethettiğinde orduya eşlik eden bilginler grubu piramitleri ve saklı Mısır tarihini temizlemeye başladılar. Nasıl ki Bisutun Yazıtlarındaki aynı yazının üç ayrı dilde kazınmasıyla Akkad, Babil ve Asur, sonra da Sümer yazıları çözüldüyse Kadim Mısır’ın dilini ve yazılarını çözecek anahtarda Rosetta Köyünde bulunmuştu. Rosetta Köyü yakınlarında aynı yazının üç ayrı dilde kazındığı bir taş tablet bulundu. Sonra Sudan’a kadar uzayan kazılarda anlaşıldı ki gerçekten de Kraliçe Candace diye biri yaşamıştı. Nübye Krallığının en başında iyicil ve bilge bir kraliçe idi ve ondan sonra her başa geçen kadın kraliçeler Candace ismini kraliçelik sembolü gibi benimsemişti.
Sonraki araştırmalar da gösterdi ki Sesonchusis’te yaşamış bir firavundu ve diğer adları Sesostris, Senusert, Koş ya da Kuş idi. Kızıldeniz’in sularının bir parçası olarak tarif edilen gölü geçmesi anısına anıt diken fatihin adı Sesonchusis’ti. Kendisininde dediği gibi birçok fetih yapmıştı. Hem Mısır’ı hem de Nübye’yi yönetmiş bir firavundu. Mısır tarihçileri M.Ö. 2000 li yıllarda Amon RA’ya sadık olan bu firavunun Libya ve Arap topraklarını, Ayrıca Etiyopya’yı ve tüm Kızıldeniz adalarını; Asya’nın büyük bir kısmını fethettiğini yazmışlardı. Heredot bile bu firavunun büyük becerilerini kitabında anlatmıştı.
İSKENDER PES ETMİYOR
Peki, İskender tanrı ile görüşmesinden olumsuz yanıt aldığında pes etti mi? Yazılı kaynaklar bu soruya hayır yanıtını vermektedir. Hayal kırıklığına uğrayan İskender mağara diye çevrilen tanrılara ait yeri terk ederek başka bilgelerin öğüdünü almak, fani kaderinden bir kaçış yolu bulmak, kendisinden önce ölümsüz tanrılar arasına başaranların yolundan gitmek için yapılacak yolculuğa devam etti.
Bir versiyona göre bu gizemli yolculuğunda Hanok ile karşılaşmıştı ve Hanok ona: "Tanrıların gizemlerine burnunu sokma." demişti. Başka bir versiyona göre ise İskender çölden ordusuna katılmak için dönerken atını da sürücüsünü de birden bire havaya kaldıran bir ruh tarafından ele geçirildi ve bu ruh tarafından ışıldayan bir yapının önüne getirildi. Tabi bilim kurgu olarak düşünürsek ileri teknoloji ile taşındığını ve yine bir uzay aracına götürüldüğünü söyleyebiliriz. Orada iki kişi durmaktaydı. Yüzleri ışıl ışıl, dişleri sütten beyaz, gözleri seher yıldızından daha parlak bu iki adam ulu görünümlü adamlardı. Bu iki adam Hanok ve Elyasa(Ilyas) idi. Orada çok fazla kalmasına izin verilmedi ve tekrar ordusunun yanına gönderildi.
Kadim tabletlere göre ve de Tevrat’a göre bu iki kişi de ölmemiş tanrı tarafından gökyüzüne alınmıştı. Hanok tabletlerde Enki tarafından göklere alınmış, Tevrat’ta ise Yahweh tarafından göklere alınmıştı. Elyasa ise Yahweh tarafından ve yüzlerce müridinin önünde göklere alınmıştı. Hezekiel’in UFO olayına çok benzeyen bu olay, Tevrat 2. Krallar 2. Bapta “11 Onlar yürüyüp konuşurlarken, ansızın ateşten bir atlı araba göründü, onları birbirinden ayırdı. İlyas kasırgayla göklere alındı.” Şeklinde açıklanmıştı. O gün bugündür Yahudi geleneklerine göre Elyasa hala ölümsüzdür ve bugüne dek, gelenek onun Fısıh Bayramı arefesinde Yahudi evlerine davet edilmesini gerektirmektedir. Bu kasırga ne olabilir ki diye düşünürken bu olayın çok yakınında bulunan Tell Ghassul kentindeki duvar çizimlerinde cevabını görür gibiyiz.
Hanok ise kadim tabletlerde Enkime olarak geçer ve anunnakiler tarafından defalarca gökyüzüne çıkarıldığı anlatılır. Marduk yani Amon Ra’nın da Enkime’nin kızı Sarpanit ile evlendiği yazılıdır. Tevrat’ta ise göğe yükseldiği anlatılır. Ayrıca Hanok tüm bu yolculuklarını yazmıştır. Hanok’un Kitabı olarak bilinen bu notlar asıl yazıları mıdır bilinmez ama Hanok 1 Etiyopya dilinde ve Hanok 2 Slovakça olmak üzere iki versiyonu günümüze kadar gelmiştir. Bu versiyonları inceleyen bilginler Hanok 1 ve Hanok 2 kitaplarının her ikisinin birden çok daha eski bir orjinalden kaynaklandığını ve eski çağlarda gerçekten de bir Hanok Kitabı’nın var olduğunu önermişlerdir. Hanok kitaplarında kat kat gökyüzüne çıkışını ve her katta neler gördüğünü anlatmıştır. Ayrıca Hanok bazı kaynaklarda Yahweh’in tahtının arkasında sağda duran Metatron olarak görülmüştür.
Kadim ve eski olan günlerde eğer tanrılar yani anunnakiler dilerse, fanilerin yaşamlarını uzatıp yanlarına alabiliyorlardı. Bunun sırrı da anunnakilerin gençleştirici yiyeceklerinden yiyip gençleştirici iksirlerinden içmekti. Ek olarak bu seçilen kişiler normal insanlar arasında yaşamıyor lakin arada bir biz fanilere görünüyordu. Sanırım konudan biraz uzaklaştım devam edeyim.
İSKENDER MUSA'NIN YOLUNU İZLİYOR
İskender Mısır’dan ayrılma vakti geldiğinde Musa’nın izlediği yolu izlemek istedi. Çift Boynuzlu İskender deniz kıyısına vardığında bunun yapılamayacağını gördü ve Musa’yı taklit etme girişiminden vaz geçti. Ancak denizin öte yakasındaki karanlığı keşfetmesi gerekiyordu ve dolambaçlı yollardan gitmeye karar verdi. Ordusunu arkada bırakan İskender çölün kenarındaki Musaş Dağına varır. (Burada acaba Gılgamış’ın gittiği Sina Dağı ile Musaş Dağı aynı yer mi diye düşünmeden edemiyoruz.) Birkaç günlük yürüyüşten sonra duvarları olmayan, üstünde alçak ve yüksek yer olmayan düz bir yol gördü. Güvendiği birkaç dostunu da geride bırakıp tek başına yola koyuldu. Uzun bir yolculuktan sonra bir meleğin ışıldadığını algıladı. Sina Yarımadasındaki insanlara yasak bölgeye geldiğini düşünüyoruz. Melek bize göre anunnaki alevli bir ateşti ve İskender tüm dünyanın oradan çevrelendiğini fark etti. Ateşten melekte İskender kadar şaşkındı: “Sen kimsin ve ne sebeple buradasın ey ölümlü? Daha önce hiçbir insanın giremediği bu karanlığa nasıl nüfuz ettin” diye sordu İskender’e. İskender ise kendisine tanrının kılavuzluk ettiğini söyledi. Yer altı geçitleriyle ulaşılan bu yerde İskender ile melek arasında uzun uzun konuşmalar yaşanmış ve detaylıca yazılmıştır ancak ben kısa geçiyorum.
Melek onu geri dönmesi için ikna etmeye çalıştı ama İskender kabul etmedi. Sonunda melek dedi ki: “Arap diyarında Tanrı Katı karanlığını siyahlığını kurdu. İçinde bu bilginin saklı hazinesi var. Orada Hayat Suyu denilen su pınarı da var; ve ondan içen, bir yudum bile olsa, asla ölmez."
İskender bu su pınarının tam olarak yeri nerede diye sordu. Melek ise “O bilginin varisleri insanlara sor” diyerek konuşmayı bitirdi. İskender elinde bir üzüm salkımıyla ordusunun başına döndü ve tüm eğitimli adamlarını sorgulamaya başladı. “Kitaplarınızda hiç Tanrı’nın içinde bilginin saklı olduğu bir karanlık yer yaptığını ve Yaşam Pınarı denilen pınarın orada bulunduğunu okudunuz mu?” Etiyopya versiyonunda Bilge Matun diye birisi ortaya çıktı ve o yerin sağ taraftan doğduğunda güneşin üstünde uzandığını söyledi. İskender Matun’u da alarak yine bir yolculuğa çıktı ve karanlığın yerine gitti. Uzun süren yolculuk sonunda İskender yoruldu ve Matun’u önden yolladı. Karanlıkta görmesine yardımcı olsun diye de Sesonchusis’in kendisine verdiği parlayan taşı ona verdi(feneri). Bu taş Adem cennetten ayrılırken alınmış ve Dünya’daki tüm maddelerden ağır bir taş olarak tarif edilir.
Matun yolu dikkatlice izledi ama yine de kayboldu. Sonra büyülü taşı çıkardı ve yere koydu. Yere koyunca taştan ışık yayıldı. Matun ışıkta bir kuyu gördü. Yaşam pınarına rastladığının farkında değildi. Suyun güç verici ve gençleştirici özelliğini fark edince suda yıkanarak bol bol içti. Kuyudan çıktığında artık ne açtı ne de dünyasal kaygısı vardı.
Bir versiyona göre Matun kamp yerine döndüğünde İskender’e keşfinden söz etmedi. Bir başka versiyona göre ise birlikte kuyuya döndüler ama bu defa kuyunun başında insan hatlarına sahip iki kuş adam vardır ve geri dönmelerini emrederler: “Geri dön ey sefil, kutsanmışların diyarına ayak basamazsın. Burası sadece tanrıya aittir.”
Kuş adamı kartal adam olarak hayal edebiliriz. Çünkü kadim tabletlerde uzay araçları ile gezen pilotlar hep kartal adamlar olarak çizilmiştir. Binlerce yıl sonra insanoğlu Ay’a ilk ayak bastığında Neil Armstong’un “Kartal kondu.” Demesi ve Apollo aracının kartal olarak resmedilmesi de düşündürücüdür.
İskender daha sonra Pers İmparatorluğunu tamamen yıkmış ve Hindistan’a kadar gitmiştir. Kendisine sürekli çift boynuzlu miğfer taktığı için çift boynuzlu denmiştir. Yunanistan ile Mısır’ı iki batı, Hindistan ile Aral Gölü’nün güney bölgesini iki doğu olarak zikretmiş, iki batı ve iki doğuyu fethettiğini yazdırmıştır. Sonra her ne hikmetse Babil’e gelmiştir ve 33 yaşında iken Babil’de ölmüştür.
Tarih kitapları Babil’e neden geldiğini ve Babil için sulama kanalları gibi büyük planlar neden yaptığını yazmamıştır. Baştan beri Amon RA nın izinden giden İskender’in sonunda Babil’e gelmesi, ancak Amon Ra’nın diğer adının Marduk olduğu söylendiğinde anlam kazanır.
Babil Esagila Tapınağı, Marduk yani Amon Ra’nın Mısır’dan sonraki ikinci eviydi.
Kim bilir, belki İskender ölmedi ve Hanok, El Yasa gibi seçilerek babası Amon Ra tarafından göklere alındı… bilemeyiz tabi ki diyoruz ve yazıyı bitiriyoruz. Çok teşekkürler efendim…
Gılgamış Destanı, Gılgamış adlı bir Uruk’lu bir kralın ölümsüzlük arayışını ve bu uğurda yaşadıklarını anlatan bir destandır. Ana teması Gılgamış’ın, annesinin bir tanrıça(Enlil kızı Ninsun), babasının ise bir ölümlü(Kral Banda) olması nedeniyle, ölümsüz hayatı istemesi, normal insanlar gibi ölmeyi reddetmesidir. Bu uğurda bilinmeyen yerlere yolculuklar yapmış, bu yolculuklarda birçok macera yaşamış ve sonunda Uruk’a geri döndüğünde tüm yaşadıklarını saray kâtiplerine yazdırmıştır.
“Tüm ülke bilsin diye, Tünel’i görmüş olanın, denizleri bilenin tüm hikâyesini anlatayım.”
İşte Gılgamış Destanı bu açılış dizeleriyle kaydedilmiştir. Sonraki nesiller tarafından bu destan okunmuş, çevrilmiş, yeniden yazılmış, resimlenmiş ve tekrar okunarak “Üçte ikisi ilahi olsa bile hiçbir insanın kaderini değiştiremeyeceğini herkes bilsin.” mesajıyla günümüze kadar ulaşmıştır.
Kadim dünyanın en ünlü destanlarından biri haline gelen ve günümüzde esasen 12 tablet üstüne yazılmış Akkadca nüshası sayesinde bilebildiğimiz Gılgamış’ın maceralarla dolu bu ölümsüzlük arayışı halen daha üniversitelerin kürsülerine ders olarak okutulmaktadır.
Gılgamış Destanı her ne kadar mitolojik bir öykü şeklinde sunulsa da aslında bu destanın içeriği "sahiciliği" güçlendiren ve bu kadim ölümsüzlük arayışının hedeflerini teşhis eden coğrafi işaretlerle doludur.
Sümer Kral Listelerine göre Uruk Krallarından birisi de Gılgamış’tır. Gılgamış’ın adı diğer krallardan ayrı bir şekilde “Dingir” önekiyle yazılmıştır. Bunun nedeni onun ilahi bir yanı olduğunun özellikle belirtilmesidir.
Tarihçiler Gılgamış’ın gerçekte yaşadığını ve Uruk krallarından biri olduğunu kabul etmişlerdir. Peki, Gılgamış kendi kâtiplerine yazdırdığı yolculuklarını ve yaşadıklarını acaba uydurmuş muydu?
Gılgamış Destanının açılış dizesine şöyle belirtilir:
Dünyanın ucuna dek her şeyi görmüştü, Her şeyi yaşadı, tam bilgelik edindi. Gizli şeyleri görmüştü, gizemleri açığa çıkardı. Tufan’dan önceki bir zamanın haberlerini getirdi.
Gılgamış kimdi? Annesi nasıl bir tanrıçaydı? Gılgamış’ın gittiği yerler nerelerdi? Neler yaşadı? Hangi gizli şeyleri gördü? Hangi gizemleri gördü? Hangilerini açığa çıkardı? Şimdi şöyle bir inceleme yapalım:
Öncelikle anunnakilerin yaşam döngülerinin bizden çok daha uzun zaman dilimlerini kapsadığını, bu sayede bizlerden çok daha uzun yaşadıklarını, bu özellikleri ile de onları tanrılaştırdığımızı hatırlatarak başlayayım. (Uzun anunnaki tarihçesini merak edenler buraya tıklayarak öğrenebilirler.) Yine anunnakiler ve gezegenleri Nibiru hakkında detaylı bilgi almak isteyenler aşağıdaki videoyu izleyebilirler.
Gılgamış metninde ismi geçen anunnakilerden birisi olan Gılgamış’ın annesi Ninsun’dan başlayalım. Kadim tabletler anunnakilerin lideri olan Enlil’in Ninsun adında bir kızının olduğunu doğrulamaktadır. Bir başka tabletten Ninsun’un çok öncelerde Enki ile bir aşk yaşadığını ve bu aşktan Dumuzi’nin doğduğunu öğrenmekteyiz. Ninsun’un amcası Enki’ye olan aşkı nedeniyle hiç evlenmediğini ancak bazı aşk maceraları yaşadığını yine tabletlerden öğrenmekteyiz. İşte böyle bir aşk macerasını Lugalbanda ile yaşamış ve bu aşktan Gılgamış doğmuştur.
Gılgamış bunu bilerek annesinden aldığı 2/3 anunnaki geni ile ölümsüzlük hakkı iddiasında bulunmuştur. Aslen Gılgamış’ın demek istediği şudur: Bende bir anunnakiyim. Normal bir insana göre 2/3 oranında anunnaki geni taşıyorum. (Bu iddia sonraki bin yıllarda bir çok kral tarafından dillendirilecektir. Makedonyalı İskender bile kendinde tanrı geni var diyerek ölümsüzlük arayışına çıkacaktır.)
Tabiki de Gılgamış gençken kafasını böyle şeylerle yormuyordu. İyicil, vicdan sahibi bir kraldı ancak yaşı ilerledikçe aklını hayat ve ölüm meselelerine takmıştı. Manevi babası Utu/Samaş’a yalvarıp şöyle der:
Şehrimde ölür insan yüreğim daralır. İnsan yok olur, yüreğim ağırlaşır… En uzun boylu insan bile göklere erişemez. En geniş insan bile toprağı örtemez. Duvarın arkasında bakıp ölenleri gördüm. Bende mi duvarın ötesinden bakacağım? Kaderim böyle mi olacak???
Arkeologlar bunu bir dua olarak görme eğilimindedir ancak bizler tanrıların birer anunnaki olduğunu düşündüğümüz için bize göre Utu/Samaş ile gerçekten sohbet etmiştir. Zaten destanı okudukça bunun karşılıklı bir diyalog olduğu görülmektedir çünkü Utu/Samaş Gılgamış’a cevap vermektedir:
Ey Gılgamış! Tanrılar insanoğlunu yarattığında, Ölümü insanoğluna verdiler, Yaşamı kendilerine sakladılar. Karnını doyur Gılgamış, Gündüz ve gece eğlen, Mutlu ol, Her bir gün mutluluk düğünü yap, Gündüz ve gece, Dans et ve çal!
Adem ve Havva’ya bilmenin bahşedilmesi ve doğurganlıkla sonuçlanması, bunun dışında yaşam ağacından uzak tutularak uzun yaşam verilmemesi iyi bilinen bir hikayedir. Tabiki de biz bunun çok daha detaylı yapılan laboratuvar işlemlerinin basit ve öyküsel bir anlatımı olduğunu önermekteyiz. (Merak edenler için Kozmik Şifre: Zecharia Sitchin)
İşte bu noktada Gılgamış’a söylenen şudur: Sen ve diğer tüm insanlar vaktiniz gelince öleceksiniz. Asla bizim gibi uzun yaşayamayacaksınız. Gılgamış Metninde bu tanrılarla insanlar arasındaki diyalog ya da monologlara sıkça rastlamaktayız. (Ninsun-Samaş, Ninsun-İnanna, İnanna-Samaş, Gılgamış-İnanna vs.)
Uzun yaşayabilen insanlar ise özel izinle yaşayabilmekteler. Biz bunu nereden biliyoruz? Kadim tabletlerden. Hanok, El Yasa gibi kişiler özel izinle yaşamı uzamış kişilerden bazılarıdır. Gılgamış Metninde de bu izinlerden birisini almış olan Utnapiştim yani Nuh bulunmaktadır. Gılgamış bu uzun yaşam iznini nasıl aldığını öğrenmek için Nuh’u bulma yollarına düşecek ve sonunda onunla konuşacaktır birazdan göreceğimiz gibi.
Gılgamış Destanının dördüncü tableti Sedir Dağlarına yapılan yolculukla başlamaktadır:
Gılgamış kendisine eşlik eden yapay zekâ ürünü ve süper bir organik robot olan Enkidu ile birlikte ölümsüzlük yollarına düşmüştür. Olabildiğince hızlı yol alan yoldaşlar:
Katıklarını yirminci ligde yediler, Otuzuncu ligde gece için konakladılar. Bu mesafe yeni aydan dolunaya ve artı üç güne dek zaman aldı. Sonunda Sedir Dağlarına geldiler.
Bu bilgiden toplam elli lig yol almış olduklarını ve bu yolculuğun on yedi gün sürmüş olduğunu öğreniyoruz. Tüm Kadim Yakın Doğu’da eşsiz sedir ağaçlarıyla ünlü olan tek bir yer vardır: Lübnan.
Lübnan bayrağında bugün bile sedir ağacı simgesi bulunmaktadır. Uruk’tan on yedi günlük bir yolculukla iki yoldaşın vardıkları yer Lübnan’dır.
Peki, Lübnan’daki sedir ağaçlarının olduğu yerde ne vardı? Gılgamış neden buraya gelmişti? Arkeologlar üzerine pek düşünmese de bizler için cevap çok açıktır: Baalbek…
Baalbek’in uzay gemileri için bir iniş yeri olduğunu kabul ettiğimizde Gılgamış’ın dördüncü tablette yaşadığı olaylar birer gerçekliğe dönüşür. Gılgamış Baalbek’teki iniş platformunun yanına kadar gelmiş ve orada uzay araçlarının iniş ve kalkışlarına şahit olmuştur:
Gördüğüm vizyon tamamen ürkütücüydü! Gökler çığlık attı, toprak gümledi. Gün ışığı söndü, karanlık geldi. Yıldırımlar çaktı, bir alev parlayıp çıktı. Bulutlar kabardı, ölüm yağdı! Derken patlama azaldı, alev söndü. Tüm düşenler küle döndü.
Burada bir ŞEM'in yani bir uzay aracının kalkışına şahit olduğunu düşünmekteyiz.(ŞEM genelde ad olarak çevrilmiştir lakin alakasız bir çeviri olduğunu birazdan göreceğiz.) Baalbek bize göre iniş yeriydi. Bunun başka bir anlatımına Zebur’un Mezmurlar Kitabının 29. Bölümünde rastlamaktayız:
RAB'bin sesi sedir ağaçlarını kırar, Lübnan sedirlerini parçalar. Lübnan'ı buzağı gibi, Siryon Dağı'nı yabanıl öküz yavrusu gibi sıçratır. RAB'bin sesi şimşek gibi çakar, RAB'bin sesi çölü titretir…
RAB’bin sesini "uzay aracı" olarak düşündüğümüzde aynı amaca yani Baalbek’in bir iniş yeri olarak görülmesine hizmet ettiğini görmekteyiz. Baalbek’in Güneş Tanrısı Utu/Samaş tarafından yönetildiğini söylediğimizde aslında Gılgamış’ın Utu/Samaş ile görüşmeye gittiği ve ondan göklere erişecek bir ŞEM yani uzay aracı almak istediğini, bu sayede Nibiru’ya gidip uzun yaşam elde edeceğini düşündüğünü görmekteyiz. Nereden mi anlıyoruz? Gılgamış Metnindeki Ninsun-Samaş konuşmalarından.
Ancak Gılgamış Baalbek’in koruma duvarlarını geçememiştir. Burada bir koruma görevlisi Huwawa ile karşılaşmışlardır. Huwawa’nın çizimi günümüz robotlarına ne kadar çok benziyor demeden geçmeyeceğim.
Sonrasında Enlil’in göksel boğası ile yüzleşmeleri detaylıca anlatılmaktadır. Gılgamış tüm bu yolculuk ve maceradan sonra özel izinle yaşamı uzatılan insanlardan biri olamamıştır. Buraya yapılan ziyarete tanrılarda eşlik etmişti. Hem İnanna hem de Samaş değişik zamanlarda hem iletişim kurmuşlar hem de müdahale etmişlerdi. Hatta İnanna bir ara Gılgamış’ı çok çekici olarak görmüş ve onunla sevişmek istemişti. Biz bunu Gılgamış’ın yukarıdan dikkatle takip edildiği şeklinde yorumlayabiliriz.
Gılgamış Baalbek’teki iniş yerinde aradığını bulamamıştı ama yenilmeye pek niyetli değildi. Bizim önerdiğimiz gibi o dönemde Baalbek’ten başka en az iki yerde daha uzay araçlarının iniş yeri vardı. Gılgamış’ın sonraki hedefi de bunlardan birisi olan Sina Yarımadasında olan uzay limanıydı. Çünkü Tufandan kurtulan Nuh yani Utnapiştim burada yaşıyordu. En azından ondan uzun yaşamın sırrını öğrenebilirdi. Şansı yaver giderse belki göklere erişebilecek bir ŞEM bile alabilirdi.
Gılgamış’ın ikinci yolculuğundaki en bariz coğrafi ayrıntı çölü geçtikten sonra eriştiği su kitlesidir. Burası “sığ bir deniz”, “geniş bir göle benzeyen” bir deniz olarak tarif edilmiştir. Buraya “Ölüm Suları” adı veriliyordu. Tüm bunlar hala Ölü Deniz olarak adlandırılan tek iç denizini tanımlayan özelliklerdir. Gılgamış burada “etrafı surlarla çevrili”, tapınağı ay tanrısına (SİN) adanmış olan bir şehir görmüştü. Dünya’nın en eski şehirlerinden biri olan Eriha bölgede hala mevcuttur. İbranca Yeriho, Jeriko olan bu isim Ay Tanrısının Şehri anlamındadır. Tevrat’ta da bu şehir ve surları detaylı şekilde anlatılmıştır. Burada bira kadını Siduri’den bilgiler almış ve tekrar yola düşmüştü.
Ölüm Denizini ilahi sandalcı Urşanabi ile geçen Gılgamış “Büyük Deniz’e doğru” giden yolu takip etmişti. Bu terim yine tevratta sıklıkla geçmekte ve Akdeniz’e gönderme yapmaktadır. Gılgamış Destanının Hitit versiyonunda bu yolun sonuna kadar gitmemektedir. Itla adlı kasaba da mola vermiştir. Itla arkeolojik keşiflere ve Mısır’dan Çıkış kitabına göre Kadeş-Barnea olarak bilinen şehirdir. Burası Sina Yarımadasındaki insanlara yasak Sina Uzay Limanının sınırında kurulmuş kadim bir kervan kasabasıdır. Burası sınır kasabası olduğu için daha ileri gitmek insanlara yasaklanmıştı. Urşanabi buradan ileriye gidebilmesi için Gılgamış’ın Ullu-Yah (Sin) adındaki tanrı tarafından kutsanması gerektiğini söylemişti. İtla’da kendisine denileni yapan Gılgamış’ın beklediği cevap olumsuz geldi. Ullu-Yah ona bir ŞEM verilemeyeceğini buyurdu. Samaş’a yalvaran Gılgamış başka bir seçenek istedi:
Ubar-Tutu’nun oğlu Utnapiştim’e giden yolu tutayım. İzin verin!
Uzun tartışmalardan sonra bu isteği kabul edildi. Burada büyük anunnakilerin tartışmasını hayal edebiliyoruz. Samaş ve İnanna’nın kardeş olduğunu ve babalarınında Sin olduğunu bildiğimizde burada yaşananlar daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Sina’daki Uzay Limanının güvenliğini sağlayan Sin’dir. Zaten Sina Dağı, Sina Yarımadası her dönem Sin adıyla anılmıştır. Gılgamış’ı en baştan beri takip eden Samaş ve İnanna büyük bir heyecanla TV izler gibi maceralarını izlemekte diğer anunnakilere canlı yayında olanları anlatmakta ve gerektiği zaman yukarıdan müdahale edebilmektedir. Burada anunnakilerin Gılgamış’ı nasılda güzel aldattıklarını görebiliyoruz. Sina Uzay Limanına kadar gelen ancak Sin tarafından reddedilen Gılgamış için Nuh’a ulaşabileceği söylenmiştir. Kısaca buradan Nuh’un da bir şey bilmediğini çıkarabiliriz. Zaten metnin ilerleyen kısımlarında bunu görüyoruz. Samaş’ın bu nokta da babası Sin’e “izin ver de gitsin Nuh’un yanına zaten bir şey alamayacak” dediğini hayal edebiliriz.
Gılgamış’ın İtla’dan yani Kadeş Barnea’dan ayrıldıktan sonra 6 günlük bir yolculuk yaparak sonunda Maşu Dağına yani Sina Dağına vardığını görüyoruz:
Dağın adı Maşu’dur. Maşu Dağına vardı; Giden gelen Şem’leri her gün seyretti. Yüksekte, Göksel Banda bağlıdır; Aşağıda, Alt Dünya’ya bağlıdır.
Şimdi burada ŞEM’i “ad” olarak çeviren arkeologlara sormak lazım. Gılgamış her gün giden gelen adları nasıl seyrediyor? Bizim önerdiğimiz şekilde ŞEM bir uzay aracıdır. Gılgamış’ta bizlerin UFO’ları seyrettiği gibi o uzay araçlarını seyretmektedir. Peki o dağ korunmasız mıydı? Bunun cevabını Gılgamış, Sitchin tercümesiyle veriyor:
Muhafızlar korur kapısını, Dehşetleri ürkütücü, bakışları ölüm Korkulan spot ışıkları dağları süpürür O alçalır ve yücelirken Samaş’ı gözlerler.
Burada ölümcül projektör ışığına yakalanan Gılgamış yüzünü kapadı ve zarar görmeksizin Roket Adamlara yaklaşmaya devam etti. Muhafızlar Gılgamış’ın zarar görmediğini fark edince ilginç bir cümle sarf ediyorlar:
Bu gelenin bedeninde tanrıların eti var!
Burada Gılgamış gerçekten de üçte iki oranında ilahi olduğunu anlatıyor ve Utnapiştim için geldiğini söylüyor. Oradaki muhafızlar Gılgamış’a hiçbir ölümlünün dağın bu erişilmez yolundan geçmediğini söylüyorlar ama Sin’den alınan izin olduğu için geçmesine izin veriyorlar. Burada nasıl bir teknoloji varsa artık projektörler anunnakileri bizlerden ayırt edebiliyor. İnsan oalnları direk öldürürken anunnakilere dokunmuyor. Bu noktada aklıma Stargate Atlantis filmi geldi. Oradaki tüm araç gereçler sadece özgene sahip kişiler için açılıyor, düşmanlara çalışmıyordu.
Gılgamış yolunu yönelttiği Kutsal Maşu Dağının içindeki yer altı tünellerindeki yaptığı on iki beru (çifte saatlik) yolculuk, Mısır’ın Ölüler Kitabındaki on iki çift saatlik yolculuğa çok benzemektedir. Mısır’ın Ölüler Kitabınında Sina’daki Uzay Limanını tarif ettiğini seminerlerimizde önermiştik. Firavunlarda Gılgamış gibi göğe yükselmek için bir ŞEM istiyordu. Gılgamış gibi firavunlarda bir su kitlesinin karşısına geçmek için İlahi Sandalcıdan yardım almak zorundaydılar. Gılgamış’ın ve firavunların hedefinin bir ve aynı olduğuna hiç şüphe yoktur, tek farkla ki buraya zıt başlangıç noktalarından gitmişlerdir. Varacakları yer Şemler’in Yeraltı silolarında saklandığı Sina Yarımadasındaki şu an var olmayan uzay limanıydı. Şimdilik konuyu dağıtmamak adına Mısır’ın Ölüler kitabını es geçiyorum.
“Erişilmez yol” yeraltından geçen yol Samaş’ın yoluydu. (Bir askeri tesisin yerin altındaki yolları olarak hayal edebiliriz.) Bu yolda karanlık çok yoğundur, hiç ışık yoktur. Sekizinci çifte saat sonra bir şey Gılgamış’ın korkmasına ve bağırmasına neden oluyor, dokuzuncu çifte saatte kuzey rüzgârının serinliğini yüzünde hissediyor. Orada göğe bakan bir açıklık yakalıyor. On birinci çifte saat geldiğinde, şafağın söküyor olduğunu görüyor. Sonunda on ikinci çifte saatin sonunda parlaklığın içinde kalıyor, güneşin önüne çıkıyor.
Kutsal Maşu Dağının içinden geçen yeraltı geçitlerinin diğer ucunda güneş ışığını gören Gılgamış inanılmaz bir manzara ile karşılaşıyor: İçinde tamamen değerli taşlardan yapılma bir “bahçe”nin bulunduğu bir “tanrılar odası”, meyve diye kırmızı akikler, asmaları bakılamayacak kadar güzel, yaprakları lapis-lazuli, üzümler bakılamayacak kadar sulu. Bahçenin içinden saf su akıyor ve bunun tam ortasında gug taşından yapılma ağaç bulunmakta… Anlaşılan o ki Aden Bahçesinin bir taklidi oraya yapılmıştı…
O güzellikleri seyrederken Utnapiştim yani Nuh onu izliyor ve sesleniyor. Kısaltarak anlatırsak Gılgamış Nuh’u görünce çok şaşırıyor. Binlerce yıl öncesinin tufanının kahramanı kendisinden yaşlı görünmüyor. Nuh’ta çok şaşırıyor binlerce yıl sonra ilk kez bir insan görüyor eşi dışında. Burada Gılgamış Nuh’a ölümsüzlüğün sırrını soruyor. Nuh ise o büyük tufan hikâyesini anlatıyor ve sonunda anunnakilerin kendisi ve eşine uzun yaşam verdiğini ve doğal yaşamdan soyutladıklarını anlatıyor:
Enlil elimi tuttu, gemiye çıkardı. Karımı gemiye çıkardı ve yanımda diz çöktürdü. Aramızda durarak alınlarımıza dokunup bizi kutsadı: Şu ana kadar Utnapiştim bir insandı. Şu andan itibaren Utnapiştim ve karısı bizim için tanrılar gibi olacaklardır. İnsan Utnapiştim uzaklarda oturacaktır, su nehirlerinin altında…
Ölümsüzlük diye bir şey olmadığını sadece uzun yaşam olduğunu burada anlıyoruz. Ek olarak şunu da görüyoruz ki anunnakiler tarafından uzun yaşam verilen bu insanlar doğal yaşamı bozmamaları adına insanların arasında yaşatılmıyor. Sonrasında daha ilginç bir bilgi veriyor:
Şimdi kim senin için tanrılar meclisini toplayacak da istediğin sonsuz hayatı sana verecek?
Buradan anlıyoruz ki insanlardan birinin yaşamı sadece ortak bir kararla uzatılabiliyor. Uzatılsa dahi insanların arasında yaşatılmıyor. Bundan sonra bir bilgi daha veriyor:
Sonsuz hayat yalnızca ölümsüzlüğü elde ederek kazanılmaz; sonsuza dek genç kalınarak elde edilir!
Bana göre işin püf noktası burada. Ninmah’ın laboratuarlarında yapılan gençleştirici iksirler Dünya’ya gelen anunnakilerin yaşamlarını bu sayede uzatabilmekteydi. Yani genleri sürekli gençleştiren bir sistemle… Çünkü anunnakiler ölümsüz değildir. Her ölümlü gibi onlarda ölmektedir. Dumuzi ölen anunnakilere çok güzel bir örnektir. Bizlerde insanoğlu olarak ileri de ölümsüzlüğün sırrını bulacaksak hiç ölmemek diye bir şey olmadığını bilerek, sadece yaşamı uzatmaya çalışarak bulacağız. Bunu da genlerdeki kodları değiştirerek yapabileceğiz…
Sonuçta Nuh kendisinin konu hakkında bir şey bilmediğini söylemiştir. Ancak bir bitkiden bahsetmiştir. Az önce söylediğim gibi Ninmah’ın anunnakiler için özel olarak Nibiru’dan getirdiği ve üzerinden gençleştirici iksirler yaptığı bu bitkiden anlaşılan o ki Nuh’ta yemektedir ve sürekli gençleşmektedir. Nu işte bu bitkiyi önermiştir Gılgamış’a. Gılgamış’ta teselli olarak bu bitkiyi almıştır.
Ancak ne hikmetse Adem ve Havva hikayesindeki yılan yine kendini göstermiş ve dönüş yolunda uyuyan Gılgamış’ın bitkisini yemiştir. Yukarıdan ellerinde mısır cipsiyle canlı olarak izleyen anunnakilerin bu bitkiye bile izin vermediklerini ve yılan görümü ile elinden aldıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu güzel, mitolojik destana farklı bir bakış açısı kazandırabildiysek ne mutlu bize.
Bu arada Sina Uzay Limanı ile Maşu Dağı'na ne mi oldu?
Amon Ra kitabımı okumayanlar için hemen söyleyeyim. M.Ö. 2023 te Ninurta ve Nergal tarafından izleri günümüzde de görülebilen nükleer bir bomba ile yok edildi...