ÖNSÖZ
Yorgun argın bir iş gününün ardından eve gelerek televizyonu açtığımızı ve hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı bir filme denk geldiğimizi düşünelim. Sonra bunu bir adım daha öteye taşıyarak bitmek üzere olan bu filmin aniden içine ışınlandığımızı varsayalım. Son olarak evde televizyon başında oturan bilinçli halimizle bağımızın tamamen koptuğunu ve yepyeni bir bilinçle filmin içinde bulunduğumuzu hayal edelim.
Buradaki varlığımız artık gerçekliğimiz olmuştur ve bir filmin karakterine dönüşmüş olan bizler için artık her şey bir yanılsamadan ibarettir. Lakin bunu bilmediğimiz için gerçeği aramak gibi bir derdimiz de olmayacaktır. Çünkü aklımız sayısız acil durumu, üç boyutlu ele alacak şekilde evrimleşmiştir. Bu nedenle kendi güvenliğimizi sağlamak en önemli önceliğimiz olacaktır.
Kendimizi garanti altına aldıktan sonraki ilk işimiz; burada oluş nedenimizi öğrenmek, konunun ne olduğunu bulmak olacaktır. Ancak bunu araştırmak ya da sorgulamak yerine, etraftan yardım istemek daha kolayımıza gelecektir. İşte o ilk anlarda bize ne anlatılırsa ona inanacağız ve bizim gibi inanmış olan diğerleriyle aynı saflarda yer alacağız. Hatta başkalarıyla inanç savaşları yapmamız bile bu noktada belki mümkün olacak.
Senaryodaki bazı mantık hatalarını zaman zaman fark edip paylaşsak dahi bize yakın çevremizin anlattıkları, inanç noktasında hep daha ağır basacaktır. Bu yanılsamadan ibaret olan hayatın bir diğer yanılsaması ise kendimizi ve yakınımızdakileri aktör, aktris ve başrol oyuncuları olarak görme eğilimi olacaktır. Oysa filmdekilerin büyük çoğunluğu gibi bizler de sadece birer figüran olabiliriz.
Bir başka yanılsama da hepimizin aslında iki boyutlu bir ekranda olduğumuz gerçeğini bilmeden, üç boyutlu bir dünyayı tecrübe ettiğimize olan inancımız olacaktır. Zaman geçtikçe bize anlatılanlar, deneyimler, edindiğimiz tecrübeler ve gelişen süreçlerle bu sahte dünyaya her gün biraz daha uyum sağlayacağız. Bir vakit sonra diğer herkes gibi biz de filmin bir parçası sayılacağız. Bu noktadan sonra artık yanılsamalarla dolu bu hayattan ayrılarak gerçeğe ulaşabilmenin tek yolu, ne yazık ki sadece filmin bitişi olacaktır.
İşte bizler de benzer süreçleri dünya sahnesinde yaşıyoruz. Halihazırda devam etmekte olan bir filmin ortasına bırakılmış gibiyiz. Birçoğumuz işin kolayına kaçarak kendilerine anlatılanlara inanmayı tercih ediyor. Bazılarımız ise konuyu ya da senaryoyu anlayabilmek, neden burada olduğumuzu çözebilmek adına bir ömrü sorgulayarak geçiriyor. Bilinçli bir şekilde yeryüzünde var olduğumuzdan beridir bu devran böyle sürüp gidiyor.
Ancak yukarıdaki bahsettiğim filmin içinde yaşayanlara göre biraz daha şanslı olabiliriz. Çünkü 20. yüzyılda ortaya çıkan iki temel fizik kuramı sayesinde sorularımızın bir kısmına yanıtlar bulabileceğimiz, hayatımızın film mi yoksa gerçek mi olduğunu öğrenebileceğimiz özel zamanlarda bulunuyoruz. Bu iki fizik kuramı, Einstein'ın genel göreliliği ve onun tam tersi, kuantum kuramıdır.
Genel görelilik, uzay ve zaman dokusuyla bir arada tutulan kozmosun, yıldızların ve galaksilerin kuramıdır. Kuantum kuramıysa aksine uzay-zamanın herhangi bir içerikten yoksun parçacık benzeri kuvvetlerle bir arada tutulan, atomaltı parçacıklardan oluşan bir küçük evren kuramıdır.
Bu kuramlara bilimsel gelişmeleri de eklediğimizde “Neden buradayız?” gibi temel soruların daha karmaşık olan “Evrenimiz sonsuz mu, evrende yalnız mıyız?” gibi sorulara evrildiğini görmekteyiz.
Bilimsel olarak baktığımızda Drake’nin denklemine göre galaksimizde en az 200 bin yıldızın bir tür zeki yaşama sahip olması gerekmektedir. Kardaşev Ölçeği’ne göre ise Tip II ya da Tip III seviyesindeki uygarlıkların da birkaç bin ışık yılı çapında mesafeleri ölçen ve kolaylıkla tespit edilebilen bir elektromanyetik ışıma küresi göndermeleri gerektiğinin bilincindeyiz.
Ancak ilginç olan şey, dünya dışı uygarlıkların var olma olasılığının gayet yüksek olduğuna dair tahminlerin varlığı ile bunu doğrulayacak herhangi bir kesin kanıtın ya da temasın yokluğu arasındaki çelişkidir ve bu çelişki Fermi Paradoksu olarak adlandırılmıştır.
Bunca zeki yaşam varken neden bir yerlerden atık ısı ya da radyo dalgaları hiç almadık ki? Peki, neden uzaylıları şu ana kadar hiç görmedik? Acaba sürekli görüyor ama fark etmiyor olabilir miyiz?
Son zamanlarda yaşadığımız bilinç sıçramasıyla bu ‘neden’li sorularımız, bilimsel bakış açısına ek olarak farkındalıklı bir yaklaşım noktasına da taşınmıştır:
Neden varız, niçin buradayız, sonsuz evrenler neden bulunmakta? Neden gelişmek, yükselmek, tekâmül etmek zorundayız? Neden düalite var olmak zorunda? Neden iyilikler kadar kötülükler de bu sistemin en kritik öğelerinden birisi? Neden, neden, neden?
İşte bu ‘neden’li sorulara bir şekilde cevaplar versek bile göreceğiz ki çözüm olmayacaktır. Çünkü bu sefer de kafamızda daha fazla soru oluşmuş olacaktır. İsterseniz bunu bir deneyelim:
Neden Dünya’ya geldik? Tekâmül etmek için…
Peki neden tekâmül etmek zorundayız? Gelişip yükselmek, öğrenmek için…
Neden gelişip yükselmek zorundayız? Daha üst bir bilince erişmek için…
Daha üst bir bilince erişmek gibi bir derdimiz neden olsun ki? Nihai olarak Bir’e ulaşmak için…
Neden Bir’e ulaşabilmek için bu denli çetrefilli yollar gereksin ki?
…
Görüldüğü gibi tüm zamanların ortak ve belki de en önemli sorusudur: “Neden?”
Çünkü verilen herhangi bir cevap, aynı zamanda daha fazla soru demektir.
10. Boyut kitabı, bu “Neden?” ile başlayan sorular için yazıldı. Birçok değerli kişinin katkılarıyla oluşan bu kitabın konusunu; boyutlar, paralel evrenler, evren sabitleri ve kuvvetler olarak söyleyebilirim.
Her zaman görünenden daha ötesinin var olduğunu düşünen ve gerçeği arayan bizler, bilmediğimiz bir sistem içerisinde doğduk.
Bize verileni kabul etmedik. Uyandık ve sorguladık.
Bilgi çağında her şeyin cevabının olduğunu öğrendik.
Çok boyutlu evrenimizde boyutlar arası bilimsel bir maceraya eğer hazırsanız; koltuklarınızı dik konuma getirin, güvenlik kemerlerinizi takın ve kozmosa doğru olan uçuş yolculuğumuz artık başlasın.
10. Boyut’un izindeki bu macera, 14 milyon yıl önce Frigya Vadisi’ne inen bir uzay aracıyla başladı…
Gök Türk