31 Ağustos 2022 Çarşamba

Göktürk'ün Yolculuğu Nasıl Başladı?

 

Küçüklüğümde babamdan çok severek dinlediğim Lokman Hekim’in hikâyesi beni çok etkilemişti. O zamanlar yaşam ve ölüm hakkında pek bir şey bilmesem de Lokman Hekim’in köprüden düşürdüğü ölümsüzlük sırrının da yazılı olduğu tıp kitabı için bayağı üzülmüştüm. Öyle ki Hopa’da kaldığımız o yıllarda, bahçemizdeki kocaman ceviz ağacının altına oturup iki adım ötedeki şırıl şırıl akan derenin sesiyle olayı sorgulayışımı daha dün gibi hatırlıyorum; keşke kitabı düşürmeseydi dediğim günleri… Neden öyle değerli bir tıp kitabı dereye düşmüştü? Madem ölümsüzlüğe erişilmesi istenmiyordu sadece o sayfa yırtılsaydı ya? Ya da sonradan Lokman Hekim uzunca bir süre derenin kenarında kitabını arayacağına neden bir daha aynı ilacı yapmamıştı? Şu anki tıp bilimi o bulunan bir sayfadan ibaretse bunca doktor ne iş yapmaktaydı? İnsanın en doğal soruları ölümle ilgiliydi ve ben de bu soruları sormaya çok erken başlamıştım.

Zaman ilerledikçe bu sorgulamalarım boyut değiştirdi ve Bursa’daki ergenlik yıllarımda yönümü uzaya çevirdim. Aşkın Nur Yengi'lerin, Hakan Peker'lerin pop müziğe yepyeni bir pazar açtığı; radyo spikerlerinin henüz yeni popülarite kazandığı, sokak modasında beach pantolonlarının trend olduğu o yıllarda tabii ki en yakın arkadaşım tarafından bana hediye edilen Fenomen dergisinin bu eksen kaymasındaki rolü büyük olmuştu. Dünya'yı, Evren'i, Kâinatı düşünmek; UFO'ları, çeşitli gizemleri kovalamak artık bir tutku haline gelmişti. Arkadaşım ruhçuluk konularına ilgi duyarken ben kendimi tamamen uzaya vermiştim. O zamanlar çok şanslıydım; evimizin kocaman bir terası vardı ve ilk gözlemlerimi sırt üstü uzanıp gökyüzüne bakarak buradan yapıyordum. Akşamları gökte UFO arayan bir liseliydim...

İzmir’deki üniversite zamanlarımda ise ilgi alanlarıma yenileri eklendi ve gizemlerin peşinde sürüklenmeyi biraz öteledim. Ancak dergilerimi de yanımda götürmüştüm ve o yıllarda öğrenci arkadaşlarıma bu dergileri okutup onları gündelik yaşamın biraz da olsa dışına çıkarmayı görev edindim.

Lokman Hekimi ilk sorgulayışımdan 2008 yılına kadar geçen yirmi yıl boyunca dünyasal işler dışında kalan tüm vaktimi ayırdığım en önemli konular uzay ve gizem araştırmalarıydı. Ulaşabildiğim tüm gizemli hikâyeleri sorgulamış, araştırmış; yüzlerce araştırmacının, medyumun, ruhçunun kitabını okumuştum. Buna rağmen her okuduğum yazı, izlediğim belgesel sorularıma yeni sorular eklemişti. Bir örnek verecek olsam: Mısır Piramitlerinin mükemmelliği ile ilgili dünya kadar bilgiye ulaşıyordum ama bu üç piramidin kimler tarafından yapıldığı, nasıl yapıldığı gibi tatmin edici cevaplar yoktu. Bilim adamlarının ezberlediği bilgiler de beni tatmin etmiyordu.

Ayrıca her şeyi çözdüğünü iddia edenlerle yaptığım sohbetlerde hayali bilgiler verildikçe veriliyor, sonunda hiçbir zemine oturmayan bu bilgilere inanmam isteniyordu. Ancak bu da sadece daha fazla kafa karışıklığı yaratıyordu. Bu kadar sohbetin sonunda “Anlattıklarınızın kanıtı var mı?” diye sormam da karşıda soğuk duş etkisi yaratıyordu. Tabii bu cahilce sorum üstat tarafından önce küçümseniyor ve akabinde gelen cevap da anlayabileceğim şekilde basitleştiriliyordu: “Bu anlattıklarım içsel bilgidir, bunların kanıtı olmaz. Sen de vakti gelince bu bilgiyi direkt alabilirsin.” Fakat ben yine üsteliyordum: “Ama sizin anlattığınız konularda filanca kişi bambaşka anlatıyor. Hatta okuduğum herkes birbirinden farklı şeyler söylüyor…” Üstat bir noktadan sonra sıkılıyor ve işin içine azcık da tasavvuf koyarak, “Hazır olana rehber gelir…” deyip konuyu bağlıyordu.

Okumak, bulmak, araştırmak, hepsi güzeldi ama benim yolumda kanıtsız şeylerin işi yoktu. Yaptığım araştırmalarda hep bir şey eksik kalıyordu. Hiç bir yazar beni tatmin etmiyor, hiç bir araştırma bana cevapları veremiyordu. Sadece daha fazla sorular, sorular, sorular…

Tüm bu sorgulamalar devam ederken 12 Nisan 2008’de Kazım Mirşan’ın Sümerce seminerinde buldum kendimi. O kadar çok beğenmiştim ki anlatışını akabinde Türkiyat Bölümünde yüksek lisans yapmak için üniversiteye başvurmuştum. Sınav puanım da çok yüksekti, ancak mülakatta maalesef elenmiştim. Bir yıl sonra yüksek lisansımı eğitim alanında tamamladım ama ben tarih, hatta eski Türk Tarihi üzerine araştırma yapmak istiyordum. O dönem yaşadığım üzüntüyü hala hatırlarım.

Sonraki dönemde Muazzez İlmiye Çığ’ın sohbetlerini dinlemeye başladım. Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Gönül Tekin’in televizyondaki Sümerleri anlatışını dinlediğimde ise artık bambaşka bir konu beni kendine çekmişti: Sümer Medeniyeti.

Sümerleri okuyup büyülenmemek mümkün değildi. Şu anki medeniyetin temelleri Sümerlere dayanıyordu. Sümerler hayatımızın her yerindeydiler ama bizler bunun farkında değildik. Yüksek bir uygarlığı bütünleyen her konuda neredeyse tüm ilkler insanoğluna burada verilmişti. İlk tuğla yapımı ve ilk fırınlar, ilk yüksek katlı tapınaklar ve saraylar, ilk tekerlek, ilk rahipler ve krallar, ilk tıp ve ilâçbilimi, ilk müzisyenler ve dansçılar, tacirler ve kervancılar, esnaf ve zanaatkârlar, ilk yasa maddeleri ve yargıçlar, ağırlık ve ölçüler... Kara taşımacılığında, tekerleğin ilk kez kullanımı, ilkokullar, ilk iki kamaralı meclis, ilk tarihçi, ilk "çiftçi takvimi", ilk kozmogoni ve kozmoloji, ilk atasözleri ve deyişler, ilk edebî tartışmalar, ilk kütüphane katalogu, ilk kanunlar ve toplumsal reformlar… İlk gök bilimciler ve gözlem evleri, ilk matematikçiler ve fenciler…

Bir zaman sonra Benno Landsberger, Samuel Noah Kramer, Muazzez İlmiye Çığ gibi Sümerologları okumak, dünyadaki Sümerologların makalelerini takip etmek büyük bir keyif vermeye başlamıştı. Dünya genelinde çıkarılan beş yüz bin taş tabletin yaklaşık onda dokuzu günlük hayatı düzenlemeyle ilgili kurallar, kanunlar, formüller, anlaşmaları içeriyordu ve bilim dünyasından kabul görmüştü. Ancak bir kısmı mitoloji olarak etiketlenmiş ve kenara atılmıştı. Bu kenara atılanların içinde astronomi konuları da vardı. Sümer’in Berlin Müzesindeki VA243 numaralı tableti gibi birçok tabletinde gezegen sayısı on olarak verilmişken bilim dünyası son iki yüz elli yıldır keşfedilen Satürn ötesindeki gezegenler dışındaki gerçeği bir türlü kabul etmemişlerdi. Sümerler medeniyetimizin temeli olabilirlerdi ama astronomi ve din konularına hiç girmeseler onlar için daha iyi olacaktı.

Aslında o zamanlar aklımdaki sorular yine yön değiştirmişti: Şu anda yaşamakta olduğumuz dünyadaki her şeyin geçmişte bir temeli varsa, hayatımın tamamını adadığım gizemli konuların da geçmişte bir temeli ya da açıklaması olamaz mıydı? Dünya’da her ne yaşanmışsa mutlaka iz bırakmışsa, bu izlerin takibi yapılamaz mıydı?

Bütünü görmek için sanırım biraz geri çekilmek gerekliydi. Geri çekildiğimde de 2012 yılında Zecharia Sitchin kitaplarıyla tanıştım. 12. Gezegen kitabına istemeye istemeye başladığımı çok iyi hatırlıyorum. O kitap bana nasıl gelmişti bilmiyorum bile. Ancak okudukça bendeki eksik olan şeyler sonunda tamamlanmaya başlamıştı. Sonunda onca yılda karşılaştığım tüm gizemler birbiriyle bağlanıyordu. Gözlerime inanamıyordum; bu kadim uygarlığın bizim gizem olarak gördüğümüz ve anlamlandıramadığımız her şeye bir çözümü, bir açıklaması vardı. Ziguratların yapımından, krallığın insana verilmesine kadar; bitki ve hayvan evcilleştirilmesinden takvim bilgisine kadar her şeyin cevabını veriyorlardı. Peki, bilim dünyası bu cevabı niçin kabul etmiyordu? Çünkü Sümerler hiçbir şeyi kendilerinin başarmadığını, göze hoş görünen her şeyi gökyüzünden gelen anunnakilerin lütfuyla yaptıklarını söylüyordu.

Peki, bu gökten gelen anunnakiler kimlerdi ve nereden geliyorlardı? Bunu araştırdığımda çok tanrılı dinlerin hüküm sürdüğü yıllarda bu anunnakilerin insanların tanrıları olduğunu gördüm. Her kültürün onlarca tanrısı vardı. Bu tanrılar insanlar gibi yaşıyorlar, evleniyorlar, çocuk yapıyorlar ve savaşıyorlardı. Aslında tanrıcılık oynayan bu tanrılar, teknolojileri gelişmiş başka bir uzaylı türünden başkası değildi. Yine dünyadaki yüzlerce tanrı aslında Sümer tanrılarının isim değiştirmiş halleriydi. Ortada bir keşmekeş yoktu, aksine sayıları ve rütbeleri belli olan bir tanrılar grubu vardı. En tepedeki An onun hemen altındaki Enki, Enlil, Ninmah her kültürde değişik adlarla varlıklarını korumuşlardı. Bir Enki; Akkad’da Ea, Mısır’da Ptah, Yunan’da Poseidon, Roma’da Neptün, Türklerde Erlik, İran’da Ehrimen’di ve liste böyle sürüp gidiyordu.

Hemen hemen her kültürün yaratılış destanında gökyüzünden gelen tanrıların insanlarla birleşerek dünyadaki türlerin oluşumuna katkıda bulunduğu anlatılıyordu. Türk mitolojisini iyi bildiğim için Uygur Türklerinin Yaratılış Destanı artık çok farklı geliyordu gözüme:

“Gün olmuş zaman olmuş, bir ışık peyda olmuş,
Işık gökten inince, kayın da nurla dolmuş,
Ne zaman ki, gün batar, ışık gökten inermiş,
Kayından sesler çıkar, herkes müzik dinlermiş.
Bunu duyan Uygurlar, hep birden şaşırmışlar,
Bu durumu görenler, aklını kaçırmışlar.
On ay on gece kayın, ışık ile sarılmış,
Bir gün tam şafakleyin, kayın birden yarılmış.
Beş güzel çocuk çıkmış, kayının ortasından,
Gözleri kamaştırmış, bakmışlar arkasından.
Gün olmuş zaman olmuş, hepsi kocaman olmuş.”

Sonra içsel bir dürtüyle bunları insanlara anlatmam lazım dedim. Açığa vurulmuş veya gizli, dosdoğru veya şifrelenmiş olsun, söz konusu bilgi kaydedilmeli, yazıya geçirilmeliydi. Bir ahit, bir antlaşma, bir kehanet; sözler yazıya dökülmedikçe bunların o zaman yaşayanlar ve gelecekte yaşayacaklar için ne değeri vardı ki? En azından benim de vizyonumda bu olacaktı. Sitchin'in ağır bilimsel dili ve tabletlerin sürekli tekrarlarla okuyucuyu sıkan taraflarını bir araya getirebilir, basit bir anlatımla dünya tarihçesini sunabilirdim. Evet, bunu yapabilirdim ancak bir sorun daha vardı. Tabletleri arka arkaya koyduğumda tarihçe oluşuyordu ancak yine de aralardaki kopukluklar çok fazlaydı. Çünkü bu kırık tabletlerin kopyaları hiç bulunamamıştı. O noktada yine bir şey oldu ve Marduk'un otobiyografisi elime geçti. Tabii ki tüm bir otobiyografi değil, bulunabilen kısımları. Arkasından Atra Hasis Metni, Enuma Eliş Destanı, Erra/Nergal Manzumesi, Gılgamış Destanı, Lugal-E vs. derken aslında bunların Sümer-Akkad-Asur-Babil döneminin tarihi kayıtları ve tutanakları olduğunu keşfettim. Bazıları bizzat tanrılar tarafından insanlara yazdırılmışlardı. İşte bu uzaylılardan biri de Marduk'tu ve gittiği gezdiği yerleri kendisi yazmıştı.

Sonra internet taramasıyla da kalan eksik kısımları açığa vuran birçok metne ulaştım ve artık kitabı yazmaya hazırdım. Ancak bir türlü başlayamıyordum. İçsel bir dürtü, yoğun bir istek olmadan bir konuya ne girebiliyor ne de akıcı şekilde çalışmalar yapabiliyordum. Sanırım sezgiydi beklediğim. Otobiyografinin bir bölümündeki “Ben Marduk kendi bölgemde Ra olarak bilinirim.” kısmını okuduğumda Mısır Güneş Tanrısı Ra’nın benim için bulmacalardan çok daha fazlasını ifade ettiğini anladım. Stargate filmini izlerken uzaylıların kendilerini tanrı şeklinde insanlara sunmasını nasıl hemen kabul ettiysem Ra’nın kötü olduğunu da o hızla reddetmiştim. Orada kitabı Ra'nın gözüyle yazmam gerektiğini anladım. Ra gibi düşünecek, Ra gibi hissedecek, onun duygularına tercüman olarak otobiyografisini günümüze taşıyacaktım. Onu seçmemin başka bir nedeni de bu otobiyografi 1920’de bulunduğunda büyük bir kesim bilim adamının aslında İsa'ya ait olduğunu öne sürmesiydi. Çünkü bu kadar kötü ve çileli bir yaşam hikâyesi ancak İsa’nın olabilirdi. Ancak bir süre sonra bunun yanlış bir sav olduğu anlaşıldı. Marduk/Ra çileli bir hayat ve her türlü acının sonunda bir gün anunnakilerin liderliğine yükselmişti. “Amon Ra: Uzaylı Bir Prensin Yaşam Öyküsü” kitabım böylelikle ortaya çıktı.

Aradan geçen bir buçuk yılda seminerlerim, araştırmalarım ve çalışmalarım hız kesmedi. Lakin ikinci kitap düşüncesini tetikleyen Gılgamış Destanı oldu. Gılgamış’ın Güneş Tanrısı Utu/Samaş’a yönelttiği sorular bana Lokman Hekim’i tekrar hatırlatmıştı.

Şehrimde ölür insan yüreğim daralır.
İnsan yok olur, yüreğim ağırlaşır…
En uzun boylu insan bile göklere erişemez.
En geniş insan bile toprağı örtemez.
Duvarın arkasında bakıp ölenleri gördüm.
Bende mi duvarın ötesinden bakacağım?
Kaderim böyle mi olacak?


Gılgamış Destanında yer alan Gılgamış’ın bu sözleri insanoğlunun en büyük savaşını da gözler önüne sermekteydi, ölüme karşı gelen insan. Babası bir insan, annesi bir tanrıça olan Gılgamış kendisini yarı tanrı olarak görmekteydi. Hatta annesinin tanrıça olması nedeniyle 2/3 oranındaki anneden geçen genler nedeniyle kendisinin 2/3 oranında tanrı olduğunu düşünmekteydi. Ancak bunun bile onu ölümden kurtarmayacağını biliyordu. Bu yüzden de ölümsüzlük hakkını istemişti. Gılgamış Destanı’ndan alınacak olan ders, kaderin kısmete ağır bastığıydı. Kısmetin kaderi değiştiremeyeceğiydi. Onun bir kral olması mukadderdi ama ölümden kaçması değil. Nitekim öyle de oldu. Ölümsüzlük arayışıyla çıktığı yolda birçok macera yaşadı ama sonunda mutlak sonla karşılaştı.

Sonra bu arayışın izini sürmeye başladığımda tarih sahnesinden birçok kişinin ölümsüzlük düşüncesini dillendirdiğini fark ettim. Tüm bu düşüncelerle yaptığım araştırmalarımda şunu gördüm: Eski tarihli zamanlarda insanlar için ölümsüzlük demek, göğe alınmak ve tanrılara katılmak demekti. Bu kitabı yazabilmek için Adapa, Hanok ya da Enok, İlyas, Enmeduranki gibi gökyüzüne alınan bu insanların izlerini takip ettim. Sadece üç aylık bir sürede yazılan bu kitapta kaynaklar özel olarak belirtilmese de Amon Ra kitabında verilen kaynakların birçoğu kullanıldı. Kısaca verilen tüm bilgiler kaynaklı olup, birleştirici kurgu kısımları ise tarafıma aittir.

Şimdi düşünüyorum da, babamın mistik hikâyeleri, Fenomen dergisinin arkadaşım aracılığıyla bana gelmesi acaba kader miydi, kısmet miydi? O hikâyeler olmasaydı ya da o dergi bana gelmeseydi ben şimdi nasıl biri olacaktım? Bu kadim metinler sırasıyla önüme gelmeseydi, Sitchin ile karşılaşmasaydım ne olurdu? Aslında hayatımda buna benzer o kadar an var ki. Hepsinde de benim elimde olmayan etkenlerin, içsel yönelişler aracılığıyla yolumu belirlediğini görüyorum. Sanırım bu içsel istekler, dürtüler, arayışlar sezgilerimdi ve beni yönlendirendi...
Aslında hepimizi yönlendiren de sezgilerimiz değil midir?
Peki, sezgilerimizi yönlendiren neydi?

Son Çağrı Anunnakilerle Temas kitabından...

29 Ağustos 2022 Pazartesi

26-27-28 Ağustos 2022 Göbeklitepe-Nemrut Turu



Bir Göbeklitepe-Nemrut turumuz daha bitti. Bu turdan geriye ise bize; samimi sohbetler, özlemler, farkındalıklar, yeni kurulan dostluklar ve unutulmayacak deneyimler kaldı. Çünkü hep dediğimiz gibi; "Bizler, bir turdan daha fazlasıyız."

Bu tur da ana akım bilgiyi rehberimiz Tarihçi Halit Aygat verirken, ben alternatif tarih bakış açısıyla bilgiyi verdim. Ateş Şaman Zafer Algül şamanik deneyimler yaşatırken, Göbeklitepe arazi sahibinin oğlu Mehmet Tarık Yıldız en baştan günümüze kadar gelişimi anlattı.

Göbeklitepe, Nemrut, Soğmatar, Karahantepe ve Harran'da hem konuştuk hem de enerji çalışmaları yaptık. Nemrut gün doğumu muhteşemdi ki bunu sizler de deneyimleyin diye Instagram'daki hikayemde paylaşmıştım.



Soğmatar'da muhtarımızın evinde lezzetli yemeklerle ağırlandıktan sonra Samanyolu Galaksisini, Jüpiter ve Satürn'ü çıplak gözle seyrederek Soğmatar tapınaklarını ziyaret ettik. Sırasıyla Satürn Tapınağı'nda Ninurta/Apollon'u, Merkür'de Thot/Hermes'i, Jüpiter'de Marduk/Ra'yı, Venüs'te İnanna/Afrodit'i konuştuk, enerjilerini deneyimledik. Kutsal tepedeki Sin(Ay) ve Samaş(Güneş) ile karşılıklı çay içtik, oradaki süryanice yazıtları inceledik.



Tüm bunlar içinde benim için en keyifli an ise Nemrut yolunda Roma yapımı Cendere Köprüsü'nde gece yarısı Uluslararası Uzay İstasyonu'nun geçişini izlemek oldu. İçindeki astronotlarla birlikte 26000 km hızla giden uzay aracını çıplak gözle izlerken aynı anda kameralarına online bağlanıp bir de kendimize yukarıdan baktık.

Kısacası bir tur daha bitti ama yaşadığımız deneyimler ve farkındalıklar hiç unutulmayacak gibi görünüyor. Emeği geçen herkese ve tüm misafirlerimize ayrı ayrı teşekkürler. Yeni turlarda görüşmek dileğiyle. 

22 Ağustos 2022 Pazartesi

21 Ağustos 2022 Pazar Sultanahmet Roma Kalıntıları Turu

 

21 Ağustos 2022 Pazar sabah 09.30 Çatladı Kapı Sosyal Tesisleri önünde buluştuk. Sırasıyla Boukoleon Sarayı Kalıntıları (dışarıdan), Sphendon Hipodrom Dış Duvarı, Arasta Çarşısı ve Mozaik Müzesi, Magnaura Sarayı Kalıntıları, Palatium Cafe Roma Dönemi Yer Altı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Şerefiye Sarnıcı ve Hipodrom Sultan Ahmet At Meydanını ziyaret ettik. Turumuz 16.00 civarı sona erdi.

14 Ağustos 2022 Pazar

14 Ağustos 2022 Pazar Fener Balat Ayvansaray Turu

 

Sabah saat 09.30 da Mihrimah Sultan Cami önünde buluşup turumuza başladık. Kariye Müzesi kapalı olduğu için dışardan anlatım sonrası, Tekfur Sarayı’nı gezdik. Ardından rotamız; Hatice Sultan Cami, Hz Şube Türbesi, Eğrikapı, İvaz Efendi Camii, Anemas zindanlarını dışarıdan, Ayvansaray Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Hz Cabir Cami, Orahayim Yahudi Hastanesi ziyaretinden sonra öğle yemeği molası verdik.

Yemek molasından sonra, Mahkeme altı caddesi, Ferruh Kethuda cami, Surp Hraşdagabeat Kilisesi, Ahrida Sinagogu (Dışarıdan), Vodina Caddesi, Agora meyhanesi, Tahta Minare Cami, Kanlı Meryem Kilisesi, Fener Rum Lisesi, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, Aya Yorgi Kilisesi, Bulgar Sveti Stefan Kilisesi ile turumuzu saat 17.00 civarı bitirdik.

Ayasofya/Sultanahmet Turu 7 Ağustos 2022 Pazar

 

Tarihte birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan İstanbul’un en çok turist çeken meydanı Sultanahmet turumuz harika geçti. Sultanahmet meydanını çevreleyen Ayasofya, Topkapı Sarayı, Yerabatan Sarnıcı, Şerefiye Sarnıcı, Dikilitaş, Çemberlitaş ve Hipodrom'u dolaşırken, bölgede yer alan diğer tarihi yerleri de görmüş olduk.

7 Ağustos 2022 Pazar günü sabah 09:30 da Yerebatan Sarnıcı önünde buluştuk. Restorasyondan sonra yeni açılan sarnıçtaki sinevizyon gösterisi oldukça etkiliydi. Ardından Topkapı Sarayı'na gittik. Topkapı Sarayı; İstanbul Sarayburnu’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı saraydır. Bir zamanlar içinde 4.000’e yakın insan yaşamıştır.

Sultanahmet Köftecisindeki öğlen yemeğinin ardından Ayasofya Camisine geçtik. Ayasofya Camii; sanat ve mimarlık tarihi bakımından dünyanın en önde gelen anıtlardan biri olup, dünyanın 8. harikası olarak gösterilmektedir. İstanbul Arkeoloji Müzesi kapalı olduğundan onun yerine Çemberlitaş, Dikilitaş, Hipodrom'u gezdik ve Şerifiye Sarnıcındaki ışık oyunlarını izledik. 

Gezimiz yaklaşık 17:00 ‘de bitti.